Şehir ve tarih
Osmanlı İmparatorluğu tarih yazımının bugüne kadar üzerinde yeterli derecede durulmayan hususlarından bir tanesi imparatorluk idaresi altındaki şehirlerin bu dönemi kapsayan siyasi,ekonomik,sosyal,kültürel,mimari gelişimini ve zaman içindeki topografik değişimini detaylı bir biçimde ele alan araştırmalara duyulan gereksinimdir.Sınırları üç kıtada,günümüz dünyasının onlarca ülkesini içine alan bir coğrafya’ya yayılan Devlet-i Aliyye'nin fethettiği her yeni idari birimde tesis ettiği yönetsel yapı,iktisadi hayatın örgütlenmesi,şehirleri nüfuslandırma ve işleyişini sağlama politikaları,inşa ettiği eserler gibi Osmanlı Devleti'nin bu bölgelerdeki hakimiyetinin emareleri ve asırlar boyunca şehir bünyesinde meydana gelen her türlü değişiklik ve gelişme çok miktarda arşiv,belge ve kaynakça kayıt altına alınmış olup,bilimsel kriterlerle tetkik edilmeyi beklemektedir.Bu alanda yapılan akademik çalışmaların ve neşredilen eserlerin sayısı az olmakla beraber,kullanılan arşiv bilgileri ve dokümanlar,Osmanlı dönemindeki Anadolu,Arap ve Rumeli şehirlerinde devlet otoritesinin kurulması,şehirlerin islamlaştırılma süreci,günlük yaşam gibi konulara dair tarihi bilinmezleri gün ışığına çıkaran bazı önemli yerli ve yabancı araştırmacının çalışmalarında kullandığı yegane dayanağı teşkil etmiştirler.Osmanlı İmparatorluğunun asırlarca hükmettiği ve çeşitli zaman dilimlerinde olmak üzere hegemonyası altından çıkan bölgelerin ödeyeceği verginin hesaplanması,tımar sisteminin uygulanabilemesi,tarım mahsülünün kayıt altına alınması,vs. gibi amaçlarla periyodik olarak düzenlediği tahrir defterleri,şeriye sicilleri,vakıf defterleri,son döneme ait tapu ve kadastro,temettüat defterleri ve salnameler gibi tarih araştırmaları için büyük önem arz eden ilk elden kaynakların bir kısmı,Osmanlının ardından kurulan veya topraklarını genişleten ülkelerin milli kütüphane ve arşivlerine devridilip burada korunduğu gibi büyük bir bölümü de bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde tahribata uğrayıp yok olmuştur.Arşivlerin tozlu raflarında yıllarca tasnif edilmeyi bekleyen Osmanlı kayıt ve belgelerinin bir bölümü bazı ülkelerce yayımlanmış,çoğunlukla yabancı araştırmacılardan oluşan tarihçiler tarafından Osmanlı şehir tarihi üzerinde kayda değer çalışmaların basılmasına vesile olmuştur.Mevcut kaynaklara,cihanşümul bir imparatorluğun başkenti ve merkezi yönetimin kalbi durumundaki İstanbul’da,Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve diğer devlet arşivlerinde muhafaza edilen belge ve dokümanı da eklemek gerekir.Ayrıca,Osmanlı devlet kurumlarının resmi yazışmaları ve kayıt defterleri dışında,osmanlı şehirleri tarihinin aydınlatılabilmesi ve etraflı bir biçimde kaynakların incelenmesi,asırlar içinde şehre yolu düşmüş birtakım seyyahların seyahatnamelerinin,yabancı devlet elçilerinin notlarının ve ülkeleri ile yürüttükleri resmi korespondansının, ticaret raporlarının ve bilhassa bu şehirlerde yaşayan cemaat ve toplulukların arşivlerinde kayıtlı bilgi ve belgelerin incelenmesi ve karşılaştırılmasını kaçınılmaz kılmaktadır.Son olarak,Osmanlı şehir tarihi üzerine yazılacak olan her çalışmada mutlak suretle faydalanılması ve üzerinde durulması gereken kaynakların başında Osmanlı İmparatorluğu tarihini bizlere aktaran Osmanlı devri tarihçileri ve Bizans kaynakları gelmektedir.Şehirle ilgili tarihi bir olayın gerek kronolojisi gerekse doğruluğunu tespit edebilme ve her alanda Doğu Roma İmparatorluğu’na ait bir ananeyi devralan “üçüncü Roma” Osmanlıların kendi devlet yapılarını kurarken yaşanan geçiş sürecinin şehirlere nasıl yansıdığını anlama bakımından değişik döneme ve yazarlara ait kaynak bilgilerinin mukayese edilmesi son derece önemlidir. 
20.yüzyılda,belirtilen kaynakların incelenmesi sonucunda imparatorluğun ve Osmanlı şehrinin günlük yaşamı,dini hayatı,ekonomisi,esnaflık düzeni,cemaatlerin rolü ve daha birçok bilinmeyen yönü gün yüzüne çıkarıldı.Bu araştırmalar Osmanlı tarih yazımı üzerinde yeni tartışmaları,değişik bakış açılarını ve bazı doktrinlerin yeniden gözden geçirilme ihtiyacını da beraberinde getirdi.Osmanlı şehir hayatının merkezine odaklanmak ve bunun ‘portresini’ çizmek Osmanlılara karşı «klasik» olarak adlandırabileceğimiz bakış açısını kökünden etkiledi ve etkilemeye de devam ediyor.İmparatorluk tarihinin,savaş,kimi zaman zafer kimi zaman da yıkımlarla dolu siyasi ve diplomatik vakalardan ibaret olmadığı,onun yanında eş derecede önemli bir sosyal,iktisadi ve kültürel yaşamının da sürmekte olduğunun geç de olsa nihayet farkına varıldı.Bu ne kadar derin idrak edildi?Bu hedefin tamamlanması adına ne kadar yol katedildi?Şüphesiz ki,çok ciddi çalışmalar kaleme alındı.Yalnız şu bilinmelidir ki,şehir araştırmalarının Osmanlı tarihindeki yerini ve önemini belki de sonu olmayan büyük bir yapboz’u tamamlamak olarak düşünürsek henüz bu işin başında sayılırız.Osmanlı Devletinin siyasi tarihi,savaş,barış,yabancılarla ilişkiler,merkez bürokrasisi olguları ile paralel olarak süregelen ve şehir bünyesinde cereyan eden çevresel ve tarih kaynaklarının detaylarında gizli günlük olayların ilk bahsedilen olgularla aynı denkleme oturtulması ve sonuç olarak tarihin gerçekçi ve bütünü kucaklayıcı bir biçimde yazılabilmesi uzun araştırmalar ve tetkikler gerektiren bir süreçtir.Gerçek olan şudur ki,henüz seviye bakımından istenilen noktaya gelememiş olan türk şehir tarihçiliği araştırmaları günümüze dek kısmi olarak Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki Anadolu şehirleri ve İstanbul,Bursa,Edirne gibi anakentlerin tarihini ve gelişimini ele almış,türk tarih araştırmaları ve türkçe dilde tarih araştırmaları basımı Osmanlı İmparatorluğunun asırlar boyunca hükmettiği Arap ve Rumeli şehirlerinin tarihini etüd etmeye ve bu bölgelerle ilgili Osmanlı arşiv bilgilerini,yukarıda belirttiğimiz ek kaynakları bir araya getirerek kapsamlı bir şehir tarihçiliği envanterini oluşturmaya vasıl olamamıştır.Bunun önem ve ehemmiyeti nedir?Bu,bugün dahi kavranabilmiş değildir.Osmanlı imparatorluğunun bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan ülkelerde kurduğu hakimiyet ve şehirlerin bugününün osmanlı dönemi ile bağlantıları türk araştırmacıların ve tarihçilerin ilgi alanının dışında kalmış,daha ziyade yabancı tarihçiler tarafından neşredilen çalışmaların konusu olmuştur.Buna ek olarak,kapsamlı bir tercüme girişiminin eksikliği ise şehirlerin Osmanlı dönemi tarihi ile alakalı basılan birçok eserin türk okuyucu ve araştırmacı için ulaşılmaz bir kaynak olmasına sebep olmuştur.Bu eksiklik ve şehirlerin tarihinin Osmanlı araştırmaları müfredatının ve bibliografyasının dışında kalması genel anlamda imparatorluğun toplum yapısını ve güncel yaşamıını daha iyi anlama hedefi bakımından büyük bir engel ve kayıptır.Günümüzde Osmanlı Devleti’nin Hicaz,Kuzey Afrika,Ortadoğu ve Balkanlar gibi geniş havzalarda bıraktığı kültürel miras,restorasyon ve bakım bekleyen birçoğu işlevini yitirmiş sayısız eserin yanında birleştirici,aynılaştırcı bir “Osmanlılık” üst kimliği olarak kendisini ortaya koymaktadır.Bu faktör,asırların egemenliğinin bu çevrelere yıkık harabelerin yanında elle tutulmayan fikri bir gücü,temeli adalete dayanan bir güven birlikteliğini kalıcı bir biçimde aşıladığını göstermektedir.Bunu bugün dahi tespit etmek mümkündür.Çünkü asırlar içinde nasıl kriztalize olduğu bilindiğinde bunun canlı bir organizma,toplum ve topluluklar içinde bugün dahi yaşayan ve kendini yaşatan bir değer olduğunu görmek mümkündür.Türkçe’nin ortak bir dil olarak Balkanların birçok ülkesinde kullanılmasından tutun da,osmanlı dönemi idari yapısını aynen muhafaza eden mahali örgütlenmelerin göze çarpması ve milli mutfaklara kadar girmiş olan kültürel bir etkiden söz ediyoruz.Türk tarih araştırmaları,belirtilen bölgelerdeki şehirlerin genel tarihinin büyük bir kısmını oluşturan Osmanlı İmparatorluğu dönemine ait tarihi olayları,şehrin fizyognomisini,topografisini ve burayı farklı kılan özelliklerini araştırıp tespit etmek,bu bulguların ışığında Osmanlı tarihini yeniden gözden geçirmek durumundadır.Tarihimizin derinliklerine inip,bilimsel yollarla ulaşılacak bulgular ve elde edilecek neticeler toplumsal farklılıkların aşılmasına katkıda bulunduğu gibi,Osmanlı ile ilgili önyargıları, 20.yüzyıl Balkan şovenizminin eğitime dayattığı eksik ve taraflı tarih yazımı örneğinde olduğu gibi sıfırlayıcı,iyi ve kötü yanları ile yedi asırlık bir medeniyeti yok sayma çabasındaki bir yaklaşıma karşı ispata ve belgeye dayanan bir cevap uslûbunu geliştirmemizi,sorgulayıcı bir öğretiyi model almamızı sağlayacaktır.   


Kanuni Sultan Süleyman'ın tuğrası(16.yüzyıl)


Rum-ili ve Osmanlılar
Anadolu’nun fethi henüz tamamlanmış değil iken Balkanlarda artık zayıflamış olan Bizans idaresinin yerini alan Osmanlılar şehir imar faaliyetlerinin,kamu hayatının organize edilmesi ve devlet idare ve iradesinin yeni fethedilen bölgelerde yerleşmesinin ilk örneklerini Rumeli topraklarında sergilediler.Bu bakımdan Balkanlar,bir anlamda,ilerleyen yüzyıllarda önümüze çıkan Osmanlı şehir yapısının,her alanda kalıplaşması ve etkin unsurlarının belirginleşmesi açısından bir pilot-bölge halini almıştır.Fakat unutulmamalıdır ki,yukarıda değindiğimiz gibi sınırları gitgide genişleyen,sürekli fetihlerle bünyesine değişik din,dil,ırk ve karakteristiklere sahip milletleri ve grupları katan bir cihan devletinde tesis edilen idari ve sosyal yapının,hatta ve hatta ekonomi ve üretimle alakalı bazı dengelerin belirli bölgesel hassasiyetleri dikkate almadan yapılandırılması mümkün değildir.Osmanlı şehri,ki Balkanlarda,Anadolu ve içleri,Mısır,Kırım ve dahi Hicaz coğrafyasında hiçbir zaman olmadığı kadar çeşitli bir etnisite’den oluşmaktadır,devlete karşı yükümlülüklerini yerine getirme şartı ile buyruğu altındaki milletler silsilesini temelde önce dini özgürlük,sonra da cemaatsal özellik ve vasıflarına dayanacak şekilde imparatorluk ve şehir bünyesinde yararına kullanmıştır.Bunun bir takım örnekleri vardır:İşte 1492’de İspanya’dan kovulup Osmanlı’ya sığınan Sefarad Yahudileri.Endülüs Emevi devletinin müslüman arap nüfusu ile yüzyıllar boyunca birlikte yaşayan İspanya yahudilerinin ürettiği ve hrıstiyan devletlerle ticaretini yürüttüğü ipekli kumaşlar ve dokumacılık sanatı,II.Bayezid’in çağrısı üzerine imparatorluğun çeşitli bölgelerinin yanında en büyük bölümü Selanik’e yerleşen yahudilerin,artık Balkan hinterlandından temin ettikleri hammadde vasıtasıyla üretmeye devam ettiği bir ürün oldu.Bu sektör,yahudi cemaati adına büyüyen bir ticari zenginliği ve gelişimi beraberinde getirdiği gibi,Osmanlı devletinin de yararına idi.Zira,yeniçerilerin giydiği üniforma ve askeri kıyafetler her sene için Selanik yahudileri tarafından üretilir ve Bab-ı Ali’ye teslim edilmek üzere İstanbul’a gönderilirdi.Bu,yahudilere has bir özellikti.Hangi topluluk hangi işçilik vasıflarına sahip ise,hangi zanaatte kendini ispat etmişse şehir içerisinde o gibi bir endüstriyel veya küçük ölçekli üretim öbeğini oluşturur,kendi geçimini sağlar, imparatorluğun genel iktisadi gelişiminde pay sahibi olur ve aynu zamanda da devlete karşı vergiden sorumlu olan,mensup olduğu cemaatin menfaati için çalışırdı.
Balkan fütühatı,Osmanlıların Marmara kıyılarına vardıkları anda henüz yeni farkına varmaya başladıkları bir gerçeği de kesin bir şekilde idrak etmelerini sağlayan bir dönüm noktası oldu.O da batı’ya doğru genişlemekle birlikte,savaşlardan bitkin düşmüş,devlet hazinesi boşalmış ve varlığını sürdürebilmek için tabir-i caizse düşmanı ile ittifak tek çözüm olarak önünde duran bir Bizans İmparatorluğunun varisi olarak tarih sahnesinde yerlerini aldıklarıdır.Evet,beylik toprakları tahmin edilmeyecek kadar genişlemiş,Bursa ve sonrasında Edirne gibi iki önemli şehir fethedilmişti.Fakat Osmanlı,esas olarak ne zaman ki 150 sene gibi kısa bir zaman zarfında Balkan egemenliğini kurmuş,Rumeli’de hakim güç olmuştur,işte o vakit Anadolu’da Selçukluların Bizanslılara karşı öncü ve koruyucu bir ucbeyliği olma özelliğini tamamen üzerinden sıyırıp atmış,beylik sınırlarını fazlasıyla aşan,askeri ve diplomatik bakımdan kendi ayakları üzerinde durmaya muktedir bir devlet olduğunu kanıtlamıştır.Tabiki bu genişleme,bilinçsiz bir ilerleme olmak bir yana dursun,gaza ve islamı yayma kültürünün bir getirisi,hatta doğuda son anlarını yaşayan Selçuklular ile Söğüt,Söğüt ile Bitinya arasında sıkışıp kalmış bir beyliğin yeni otlaklar ve artan nüfus için iskan bölgeleri arayışının getirdiği bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.Rumeli bu anlamda tarıma elverişli,verimli ve yerleşmeye müsait topraklara sahiptir.Yukarıda değindiğimiz gibi Osmanlılar burada tartışmasız bir biçimde,tüm askeri,diplomatik,psikolojik olanakları kullanarak,sınırları İstanbul,Selanik ve çevresi ve Mora’da bazı topraklara kadar gerilemiş olan bir devlet idaresini ve kendi dinlerine mensup olmayan bir topluluğu kendilerine tabi kıldılar.Öyle ki,tüm 14.asır Bizans tarihine baktığımızda,yaklaşan Osmanlı tehtidini ortadan kaldırmak amacıyla Osmanlı-Venedik-Vatikan ekseninde akıllı denge politikaları yürütmeye çalışan imparatorların yanında birçok hanedan mensubunun Bizans tacını ele geçirmek üzere çeşitli saray komploları düzenlediğini ve isyanlar örgütlediğini görürüz.Sayıca hiç de az olmayan bu entrikalar ortaya koymaktadır ki,Balkanlarda ilerleyen Osmanlıların karşısında taht kavgaları yüzünden gücünü değişik yerlere dağıtan ve tek merkezde gerçek düşmana karşı toplayamayan,iç dinamik ve kurumları yozlaşmış,askerini yitirmiş ve eğitimli savaş gücüne sahip türkleri taht emelleri için müttefik edinmekten çekinmeyen bir rakip bulunmaktadır.Tarihi bir gerçektir ki,Osmanlıların Orhan Bey’in oğlu Gazi Süleyman komutasında Rumeli’ye geçişi ve ilk asker sevkiyatı Ioannis IV. Kantakuzenos’un,taht iddiasındaki Ioannis V. Paleologos’a karşı verdiği savaşta kendisine destek olma amacını gütmektedir.Fakat bu tüm sonuçları ele alındığında aynı zamanda Bizansın iç savaşıdır.Osmanlıların yardımı ile Sırpların yenilmesi ve Edirne’nin geri alınması,Ioannis IV. Kantakuzenos’un İstanbul’da imparator ilan edilmesi ve bu kavgadan galip çıkması,destek karşılığında Geliboludaki Çimpe Kalesini verdiği Osmanlının buradan ayrılmayı reddetmesine ve Balkanların nihai fethi ile sonuçlanacak bir fetih hareketinin üssü olarak kullanmasına engel olamayacaktır.Çünkü Bizans bu yaptırımı kendi başına uygulayabilecek güce artık sahip değildir.Bu nedenle kaybettiği Anadolu topraklarını geri almak bir yana dursun,ihtişamlı imparatorluktan geri kalan bölgeleri korumak amacıyla yüzünü Batı’ya dönmeye,hrıstiyan ittifakını,1054 shizmasının ve 1204 dördüncü Haçlı seferinin yıkıcı etkilerine rağmen bertaraf ederek pekiştirmeye çalışacak,Osmanlılara karşı yeni Haçlı seferleri düzenlemesi için batı hrıstiyan devletlerini ve Vatikanı ikna edecektir.Bu gelişmeler 1389’da Kosova Meydan Muharebesi ve 1444 Varna Savaşını kazanan Osmanlıların Balkanlardaki hakimiyetinin batı devletleri ve Bizans tarafından tartışılmaz bir gerçek olarak algılanmasının ve kalıcı bir biçimde yerleşmesinin önünü açacaktır.      


Osmanlı Rumelisi(1801)

Selanik
Balkanlardaki Osmanlı egemenliği hızla yayılırken bugünkü Yunanistan’ın kuzeyi ilk fethedilen bölgelerden oldu. Roma dönemine ait Via Egnatia üzerinde bulunan şehir ve kaleler tek tek alınırken İpsala’dan başlayarak Gümülcine,Serez,Karaferiye ve nihayet Üsküp’e varan Solkol yolunun(cenab-ı yeşar) en önemli durağı ve merkezi Selanik şehri idi.Helenistik dönemde Makedonya kralı II.Filip’in kumandanı ve damadı Kassandros tarafından kurulan ve eşi ve büyük İskender’in kız kardeşi olan Thessaloniki’nin ismini alan şehir,Roma ve daha sonra Bizans idaresine geçti.Kuzeyinde verimli ovalara sahip Balkan hinterlandı,güneyinde Akdeniz ticaretinin kapısı Ege Denizi,doğuda İstanbul’a yakınlığı ve Batı’da Mora’ya ve Adriyatik limanlarına uzanan yolları ile Selanik önemini yüzyıllar içinde her daima korudu.Hicri 833/4(1430)-1330/31(1912) yılları arasında,tam 482 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğunun Avrupadaki topraklarının başkenti oldu.Osmanlıların,strateijk konumunun ve limanın daha en başlarda farkına varması,Roma’da tetrarşi döneminde sezar Galerius’un idaresindeki eyaletin başkenti olan,Bizans idaresi altında ihtişamlı günler yaşayan ve dini merkez olarak ön plana çıkan şehri İstanbul,Bursa ve Edirne ile birlikte imparatorluğun en önemli ticaret,askeri sevkiyat ve üretim merkezi yaptı.En önemli özelliği Türklerin yönetimi altında,Helen bir geçmişe sahip fakat Yahudilerin çoğunlukta olduğu bir şehir yapılanmasının örneğini teşkil etmesidir.Müslüman türk,Ortodoks Hrıstiyan Rum ve Yahudilik gibi din-milliyet karışımlarının ortak yaşam alanını oluşturan şehir tipi olarak Selanik Osmanlıda ilk olarak rastladığmız bir örnek değildir.Osmanlı şehirlerinin çoğunun nüfus yapısı bu din ve etnisite farklılıklarının sentezinden oluşmaktadır.Fakat Selanik’i diğer şehirlerden farklı kılan ve ayrı bir mevkiye taşıyan durum bizlerce bilinmeyen ve gizli kalmış ‘Osmanlı günleri’nin Osmanlı İmparatorluğu tarih panoramasına kattıklarıdır.Ve bilinmelidir ki,günlük yaşamda cereyan eden olaylardan başlayarak siyasi ve askeri olaylar da dahil olmak üzere Selanik,imparatorluğun tarih içindeki akışını takip etmiş,aynı anda da kendi yolunu çizmiş,ilklerin ve tarihi değişimlerin odağı olmuştur.Selanik için,Cumhuriyet Türkiyesinin “laboratuarı” tabiri kullanılır.Benzetme ne kadar doğrudur.Bu tartışılır.Söyleyebildiğimiz şudur ki,uzun yıllar görünüş ve içerik bakımından diğer doğu şehirlerinden pek farkı bulunmayan şehir 19.asır ortalarından itibaren değişen ve batılılaşan bir toplumun ve bir devletin modernleşme reformlarını başarı ile hayata geçirdiği model şehirlerden birisi olmuştur.Bu çabanın geçmiş ile doğurduğu kültürel çatışmalar,Selanik şehir tarihinin bizlere sunduğu paradigmalar açısından eşi bulunmazdır.Asıl zor olan,görünüşü değil,fikir ve düşünceyi yenilemek,yüzyıllar süren köklü bir dogmayı ve alışkanlıkları çağın gereklerine uydurmayı başarmaktır.19.asır sonu ve 20.asır başı Selaniki tarihin bu sınavında ne kadar başarılı olunup olunmadığını tespit edebilmek açısından oldukça çekici bir araştırma konusudur.Modern çağı,değişen dünyayı yakalaması gerektiğini zamanında idrak eden,kendi içinde ise çağdaşlaşmayı varlığını sürdürebilmenin tek yolu olarak gören bir imparatorluğun eserini şehir içinde simgeleştiren ve günümüz şehrine miras bırakan bir süreçten bahsediyoruz.Şehir,kendisini zaman içinde soluyan ve hareket eden canlı bir varlık olarak anlatmakta,kendi tarihine ışık tutmaktadır.Tarih’in akışı dünyanın en büyük “açık hava” müzesinde kendini sergilemektedir.
Kısaca,Osmanlı dönemi Selaniğine değinmek gerekirse.Makedonya’da henüz 14.asrın ortalarından itibaren dönemin kaynaklarınca teyit edilen Türk varlığı Anadolu’dan Yörüklerin bölgeye yerleştirilmesi ile doğrudan alakalıdır.Şehrin kuzeyinde Gazi Evrenos Bey’in kurduğu Yenice-i Vardar Anadolu’da Konya havzası’nın olduğu gibi Balkanların her köşesini nüfuslandıran bir insan deposu görevini görüyordu.Nitekim Selanikin 1430’dan önceki fetihlerinde kale içine türk nüfusunun yaşadığını ve son fetih gerçekleşmeden önce şehirde türk nüfusunun bulunduğu bugün bilmekteyiz.Türk nüfusu ilerleyen asırlarda yeni sürgün ve göçlerle artış gösterdi ve şehirde türk varlığı kuvvetlendi.Osmanlı devlet yapısı,adalet sistemi ve ekonomik hareketlilik kendini her alanda göstermeye başladı.Balkanlarda yeni fetihlerin,isyan hareketlerinin ve Akdeniz’de deniz seyrüseferinin vazgeçilmez referans noktası Selanik şehri oldu.Türk yerleşimi kendi cami,mahalle ve loncalarını kurdu ve diğer Osmanlı şehirlerinin yapılanma prosedürünü izledi.19.asrın Osmanlı düzenini kökünden değiştiren Tanzimat’a kadar diğer Osmanlı şehirlerinden temelde pek de farklı olmayan,yine de kendine has özellikleri bulunan bir dizgede, pitoreskin hakim olduğu tipik bir şark kenti olarak gelişti.19.yüzyılda meydana gelen köklü değişiklikler ve batı normlarında şehirlerin inşa edilme çabası Selanik şehrini temel bir dönüşüme uğrattı.Şehre vali olarak atanan kıdemli paşalar ve osmanlı bürokratları iç dinamiklerini hayata geçiren,dine dayalı cemaat yapısından sıyrılan toplulukların da sayesinde bir reform ve batılılaşma safhası başlattı.Artık geçmişini inkar etmeyen,fakat eskisi ile hiç de aynı olmayan bir ‘Osmanlı’ tebaası ve şehri yaratılmıştı.Selanikle birlikte Balkanlar da değişti.Osmanlı toplumu Sanayi Devriminin yeni dünyaya sunduğu yaşam biçimini benimseme uğraşına girdi.Balkan bozgunu asırların hakimiyetine son verdiği gibi,Selanik türklerini asırlarca yaşadıkları vatanlarından koparacak olan 1923 Mübadelesine kadar süren acı ve göçlerle dolu bir dönemin başlangıcı oldu.
Türklerin yanı sıra,Selanik,asırlar içinde Avrupa ve Akdeniz’in çeşitli yerlerinden şehre göç eden yahudilerin Osmanlı hakimiyeti altında benzeri bulunmayan bir cemaat tipini sergilediği bir şehir oldu.15.yüzyıl sonunda şehre göç etmeye başlayan Yahudiler,16.asrın başlarından itibaren nüfusun çoğunluğunu oluşturdu ve yahudi topluluğu ekonomik ve kültürel atılımları ile şehir tarihine damgasını vurdu.Selanik, “Mother of Israel”(İsrail’in Anası) adını aldı.Osmanlı yahudiliğinin en ünlü dini eğitim merkezi,talmud’un yaygın bir biçimde Avrupa ve Ortadoğu’ya ün salmış hahamlarca öğretildiği şehirde ticaret yahudilerin varlığı ile değer kazandı ve büyüdü.Sabetay Sevi olayının ve ekonomik çöküşün etkilerinden çabuk kurtulan yahudi cemaati,19.asır başlarına gelindiğinde Osmanlı modernleşme sürecine kendini hazır buldu.Cemaat içinde yetişen tahsilli ve batı ile sıkı ilişkiler içindeki topluluk üyerlerinin bunda rolü büyüktü.Eğitim’de reforma giden ve hahamların katı idare şekline son veren aydın cemaat üyeleri,sanayi,atölyecilik,bilim gibi alanlarda öncü rol üstlendiler.1912’de şehir yunan egemenliğine geçtiğinde Yahudiler Selanik ve çevresinin özerk bir ekonomik bölge olmasını talep edecek kadar Selaniki kendilerinin olarak benimsemişlerdi. II.Dünya Savaşı patlak verdiğinde binlerce Selanik Yahudisi de Avrupadaki dindaşlarının kaderini izledi ve toplama kamplarına götürülerek infaz edildi.Böylece,yüzyıllarca yahudiliğin en önemli merkezlerinden biri olmuş olan şehirde,çalışmalarımızda da değineceğimiz biçimde yahudi varlığı son bulmuş oldu.
Tabiki,Bizans İmparatorluğunun kalıntılarının üzerine kurulan bir islam şehri olarak Selanik,ortodoks-helen geçmişini İstanbul Patrikhanesine bağlı bir ortodoks metropolit’in önderliğindeki rum cemaati bünyesinde asırlarca muhafaza etti.Fetih’ten kırk sene sonrasına kadar şehirde etkin nüfus olan rumların sayısı inişli-çıkışlı bir grafik çizse de düzenli olarak var olan ve cemaat hayatını Osmanlı yönetimi altında organize eden bir rum cemaati mevcuttu.Bizans dönemindeki idare yapısını kendi içinde sürdüren rumlar,zamanla şehirde yaşayan yahudilerle ticari bir rekabete girişti.18.asırda Ege adaları ve Akdeniz’de üstün denizcilik kabiliyetlerini ve Rusya’nın koruması altında ticaret yapan rumlar için Selanik uğrak bir liman olduğu gibi aynı zamanda,Balkanların zengin tarım üretiminin güneye ulaştırılması için bir depolama merkezi oldu.1821 Mora  ayaklanmasının Makedonya’da aynı başarıyı ve şiddeti gösterememesine rağmen Selanik rum topluluğu bu başkaldırının bedelini en ağır ödeyen gruplaradn birini teşkil etti.Tanzimat reformları eşit ve hoşgörülü bir statü altında rumları da Osmanlı tebaası ile birleştirmeyi vaad ediyordu.Bunda bir ölçüde muvaffak olunsa da Balkanlarda etnik gruplaşmalar,20.asır başında Makedonya’da büyük devletlerin desteğini de arkasına alarak isyan eden etnik grupların,dağılan Avrupa Osmanlısından payına düşeni alma arzusunu ortaya koydu.Nitekim,II. Balkan Harbi 1912 yılının Ekim ayında Selanikin Yunanlıları teslim edilmesi ile başlamış oldu.
Şehir,bu üç ana grubun yanında sürekli olarak,bahsedeceğimiz ve analiz edeceğimiz bir milletler amalgamına sürekli olarak ev sahipliği yaptı.Fakat şu kesindi:Selanikte,bir yazarın da belirttiği gibi “örf ve ananeyi modernleşmeden ayıracak bir Altın Boynuz” yoktu.“Burada İç Kale’den limana uzanan bölgede bir safhadan(medeniyetten) diğerine geçiş kademeli”’ idi.Bu husus,19.asır ortalarına kadar kale duvarlarının içindeki alana kısıtlı olan yerleşimde bulunan ve çeşitli unsurlardan oluşan nüfusun birbiriyle etkileşimlerinde imparatorluğun diğer bölgelerine kıyasla daha çok kültürlü ve incelenmeye değer bir yaklaşımı gizlediğini ortaya koymaktadır.Şehir tarihi siyasi,sosyal ve iktisadi tarihinin yanında,bu renklilik hesaba katılarak kaleme alındığında Osmanlı coğrafyasının ve tarihinin en ilginç bir o kadar da öğretici yanlarından birini oluşturmaktadır.


17.yüzyılda Selanik limanı

Bugün,Osmanlı şehir tarihçiliği envanterine katkıda bulunması,Osmanlı tarihini bir şehir üzerinden yansıtmanın ve yazılı tarihin doğrularını teyit etme,yanlışlarını düzeltme adına Selanik çapında bir dünya şehrinin Osmanlı İmparatorluğu dönemi tarihini bu site aracılığıyla gün yüzüne çıkarmayı amaç edineceğiz.Zaman içinde yapacağımız bu yolculukta tek kaynağımız ve dayanağımız şehre dair bugüne kadar yayımlanmış olan yunanca,türkçe ve diğer yabancı dillerde çalışmalar,basılmış kitaplar,gazete sütünları,makaleler,monografiler,görsel materyal ve süphesiz ki yukarımda bahsini ettiğimiz birinci elden kaynak bilgileri,ilgili dokümanlar ve belgeler olacaktır.Makale tarzında yayımlanacak olan başlıklı konuların seçimi belirli bir kronolojik sıraya tabi olmayıp,içerik bakımından da farklı temaların işleneceğini bilginize sunarız.Çalışmalarımızın Osmanlı Tarih Araştırmalarına katkı sağlamasını ve yapacağımız bu denemenin Selanik ve sırasıyla diğer Yunanistan sınırları içindeki şehirlerin Osmanlı dönemi şehir tarihi ile ilgili daha geniş çaplı araştıma ve derlemelerin ifasını teşvikleyici olmasını temenni ederiz.


Selanik şehrinin Osmanlılar tarafından,Hicri 833/834(Miladi 1430)[1] yılına tekabül eden son fethi,Batı dünyasında ve Bizans İmparatorluğunda dehşet verici bir olay olarak kabul görmüş,Konstantinopolis’in ardından Doğu Roma’nın en önemli ikinci kenti ve “cioè co-regnante” yahut “symbasilevousa” ünvanı ile İstanbul’a eş-payitaht olarak tanımı yapılan şehrin Osmanlıların eline geçmesi 1453 fethinin habercisi olarak algılanmıştı.1444’de II.Murad’ın birleşik Macar-Eflak Haçlı ordusuna karşı Varna’da elde ettiği zafer ve Macar kralı Hunyadi János’un 1448’de üçüncü ve son bir girişimle Osmanlıları Balkanlardan atmak için Kosova’da verdiği savaşta yenilmesinin[2] öncesinde Selanik şehrinin düşmesi Balkan yarımadasında Osmanlı hakimiyetinin kurulması açısından önemli bir adımın atılmasına vesile oldu.Balkanların Ege denizine açılan noktasına kurulmuş stratejik bir liman şehrini ele geçiren Osmanlılar,aynı zamanda güneyde bugünkü Yunanistan’ın merkezine ve Mora’ya düzenledikleri akınlar için de gerekli bir askeri sevkiyat üssü kazandılar.Bununla beraber,kuzeyde parçalanmış Bulgar ve Sırp prensliklerinden elde ettikleri kazanımları korumak ve sürdürülebilir kılmak için hayati önem taşıyan Balkan karayollarını ve Adriyatik denizine varan Via Egnatia’nın merkezi geçiş noktasını da kontrolleri altına almış oldular.
29 Mart 1430 fethi,şehrin ilk olarak Osmanlı idaresine geçtiği tarih değildi.Osmanlıya Makedonya fethinin yolunu açan 26 Eylül 1371 Çirmen Savaşı’ndan sonra gazi uc beylerinin önderliğinde Makedonya’yı imparatorluk topraklarına katan Osmanlı akınları,şehir kalesinin önlerine kadar vardı[3].Turhan Bey komutasında 1383-1387 yılları arasında şehir ilk kez kuşatıldı ve 1387’de Selanik,şehrin despotu[4] ve Bizans imparatoru Ioannis V. Paleologos’un oğlu olan prens Manuel II. Paleologos’un karşı çıkmasına rağmen,iç muhalefetin baskısı,açlık ve sefalete yenik düşen halkın durumu göz önüne alınarak,bir ahidnâme ile Osmanlı’ya teslim edildi[5].Bu dönemde şehrin kuzeyinde yer alan İç Kale’ye küçük bir Osmanlı garnizonunun yerleştirildiği bazı tarihçiler tarafından iddia edilmişse de,bu husus halen tartışmalıdır[6].Kesin olan 1391’de Bizans imparatoru Ioannis V. Paleologos’un ölümü ve II.Manuel’in İstanbul’da imparator ilan edilmesi ile tekrar Bizans’a geçen şehrin aynı yıl I.Bayezid tarafından geri alındığıdır[7].Şehirde 1491-1403 yıllarını kapsayan ikinci Osmanlı hakimiyeti böylece başlamış oldu.1402’de Çubuk Ovasında I.Bayezid’in Moğol Han’ı Timur’a yenilmesi ve ölümünü takip eden taht kavgası Osmanlı imparatorluğunun varlığını tehdit etmenin yanında,1403’de Bayezid’in oğullarından Süleyman Çelebi’nin şehri destek karşılığı Bizans’a verdiğini öngören antlaşmayı kabul etmesi için de gerekli zemini hazırladı[8].1403-1423 yılları arasında “apanage” [9]olarak Bizans kraliyet ailesine mensup kişilere tımar olarak verilen Selanik sırasıyla Ioannis VI. Paleologos(1403-1408),Dimitrios Laskaris Leondaris(1408-1416) ve Manuel II. Paleologos’un oğlu prens Andronikos(1416-1423) tarafından yönetildi[10].1412,1416,1417 ve 1422’de[11] Osmanlılar tarafından kuşatılan şehir,1423’de Venedik idaresine geçti.Açlık ve adaletsizliğe son verip,şehri “İkinci Venedik”e[12] dönüştürmeyi taahhüt eden Venediklilere güvenen halk kısa bir süre sonra içine düştüğü yanılgının farkına vardı.Giderek artan zulüm,baskı ve sürgünler,Osmanlıların kale taşrasında varlığını düzenli olarak hissettirmesi ve 1426’da şehrin büyük bir ordu[13] ile abluka altına alınması,Frenk hükmünün pek de uzun sürmeyeceğinin habercisiydi. 
Nitekim,1422’de tahta çıkan II.Murad,daha ilk başlarda Selanik’i,daha önce Osmanlı denetimine geçmiş olmasından dolayı kendi mülkü saydığını açıkça dile getirmişti[14].Hatta, 1422’de Gazi Evrenos bey’in oğlu Burak Bey şehri kuşatmış,Kelemeriye ve çevresi yağmalanmıştı[15].Şehri Osmanlı topraklarına katmak isteyen padişah,barış isteyen ve sürekli olarak elçiler gönderen Venediklilerin tekliflerini geri çevirdi[16].1430 Şubat ayında ise Balkanlar ve Anadolu’da Osmanlı egemenliğini sağlamlaştırdıktan sonra,Selanik’in nihai fethine karar vererek Edirne’den Serez’e geldi[17].Dört günlük bir kuşatmanın ardından Selanik 29 Mart 1430’da Osmanlı hakimiyetine geçti. 


29 Mart 1430 sabahı gerçekleştirilen taaruz Zincirlikule'den şehrin dışında bulunan Hortiatis manastırına kadar olan bölgeye yoğunlaştı


Fetih öncesinde yaşananlar,şehir halkının içinde bulunduğu hal ve hissiyat,Venediklilerin yönetim tarzı ve bunun sonucunda oluşan siyasi akımlar,kuşatma hazırlıkları,şehrin kuşatılması,istilası ve fetihten sonra II.Murad’ın izlediği politika,Selanik’in son zaptı ile alakalı elimizde mevcut en güvenilir kaynak olan,kuşatma sırasında ve sonrasında şehirde bulunmuş ve olayların görgü tanığı İoannis Anagnostis adlı yazarın kaleme aldığı “Diigisis peri tis telefteas aloseos tis Thessalonikis”(Selanik’in son zaptı hakkında bir anlatı)[18] isimli kronikte tasvir edilmektedir.Yazarın kimliği hakkında kronikte yer verdiği bilgilerle kısıtlı olmamıza rağmen,eseri fetihten sonraki bir tarihte yazdığı kabul edilmektedir[19].
Kuşatma öncesinde yapılan hazırlıklara ve fetih sonrası şehirde hayatın nasıl biçimlendiğine kalenin zaptı olayından daha fazla yer ayıran Anagnostis,fetih sonrası teslim olmayı reddeden şehir halkının akıbeti hakkında önemli bilgiler vermektedir[20].Öyleki,“Diigisis”e göre,II.Murad,islam hukukunun değişmez bir kanunu uygulayarak,biat etmeyen şehrin yağmalanmasına engel olamamışsa da,kendi telkinleri ile askerlerinin yıkım ve talan’a son vermelerini istedi.“Umduğunuzdan fazla kazandığınız,para ve esirler size yeter.Şehri ise kendime istiyorum,bildiğiniz üzere ben onun için şu kadar gün yürüyüp bu kadar zahmete katlandım”[21] diyen padişah,stratejik konumunun farkında olduğu bu liman kentini yeniden yapılandırmak,ekonominin işleyişini sağlamak ve ticareti canlandırmak amacında idi.Fakat,bakımsız kalmış yapıları ve yağma yüzünden şehir bir harabe görünümünü almıştı.Selanikte yönetim ve devlet otoritesini kurmak için,tekrar nüfuslandırmak şarttı.Bunun içinse yerli halka ihtiyaç olduğu gibi,çevre bölgelerden de kente göçü cezbedecek bir siyasayı izlemek tek çareydi.Gelgelelim,14.yüzyıl başlarında Bizans egemenliği altında kayda değer bir kültürel ve sosyal gelişim sergileyen şehir,1430’a gelindiğinde bir asır içinde vuku bulan çöküş,savaşlar,iç ve dış tehditler,sosyal adaletsizlik ve ağır vergiler yüzünden eski ihtişamını büyük ölçüde kaybetmişti.Şehir nüfusu ile bağlantılı olarak ele alırsak,7 sene süren Venedik hakimiyetinin başında 20-25.000’i[22] bulan şehir nüfusu,sürgün,ölümler ve sıkı yönetim sebebiyle Selanik’i terk eden yerlilerle birlikte daha da geriledi[23].1430 kuşatmasına gelindiğinde ise nüfusun iyice azaldığı,şehir savunması için yeterli sayıda askerin temin edilememesinden açıkça ortaya çıkmaktadır[24].Osmanlıların şehre girmesi ile birlikte esir alınan ve hayatını kaybeden Selaniklilerle hesap edildiğinde,şehir boş bir yaşam alanından başka birşey değildir.Bu sebeptendir ki,II.Murad,şehrin Osmanlı idaresi altında iskanına karar verdiğinde eski sakinlerini geri kazanmanın ne kadar önemli olduğunu anladı.Gallikos nehri kenarına bir ordugâh kurduktan sonra[25] bu yöndeki ilk icraatı,Selanikin önde gelen soylu Bizans ailelerinin,fidyelerini bizzat ödeyerek serbest bırakılmalarını sağlamak oldu.Yeni dönem şehir nüfusunun bir parçası olarak bu aileler şehre yerleştiler ve padişah eski evleri ve gayrı menkul mallarının onlara geri verilmesini emretti[26].Bununla beraber,yeni fetihler için yola çıkacak ordunun esirleri yanında taşımasının güç olduğunun da bilincinde idi[27].Vardar nehri kıyısına kurulan ikinci bir ordugâhta yapılan nihai esir paylaşımı sırasında kumandanlarına bedelsiz veya fidyelerinin kendileri tarafından ödenmesi şartıyla esirlerin serbest bırakılmasını önerdi[28].Bunlara savaştan önce şehri terkeden bazı hrıstiyanların da geri dönmesi eklenince şehir nüfusu 1.000’i buldu[29].




II.Murad'ın fetihten sonra Selanik halkına gönderdiği ferman

İoannis Anagnostis kroniğinde,Selanik'in düşüşünden ve esir alınan halkından bahsederken Osmanlı İmparatorluğunun Balkanlarda izlediği yayılma politikasının bir unsurunu teşkil eden önemli bir bilgiyi de bizlerle paylaşmaktadır.“Çünkü Tanrı seven birçok kişiler ve bilhassa birçok iyi huyları yanında bir de ihtiyacı olanlara her defasında iyilik eden Sırp Kralı da,bizi kurtarmak için istekle harekete geçtiklerinden,serbest bırakılanların sayısı epey çoktu.Sırp kralı kendi güvendiği adamlarına para vererek bunları esirlerin hürriyeti için harcamalarını emretti.Bundan başka türlü de yapmadılar.Bunlar bu paralarla birçok esirleri satın aldılar[30]”. Sonuç olarak, kronik bizlere esir alınan Selaniklilerin hayırsever kişiler tarafından fidyeleri ödenerek özgürlüğüne kavuşturulduğunu ve bunların sayısının epey çok olduğunu bildirmektedir. Buradan,II.Murad’ın ordudaki paşalarına ve önde gelen kişilere yaptığı önerinin kabul gördüğünü anlıyoruz.Fakat,bu noktada ilgimizi çeken husus Selanik’in son fethinde bir Sırp kralının da bulunduğu ve esir paylaşımı sırasında para karşılığında birçok hrıstiyanın serbest kalmasını sağladığıdır.Peki kimdir bu sırp kralı ve hangi sebeple Selanik’in kuşatmasında bulunmuştur?Κroniği yunancaya çeviren ve 1958 yılında neşreden I.Tsaras’ın da doğru bir biçimde tespit ettiği gibi,Selanik’i fethinde,II.Murad’ın ordusuna eşlik eden,1430 yılında sırp tahtının hamili ve Stefan Lazarevic’in yeğeni olan George Brankoviç[31](1427-1456)’ten başkası değildir.1429’da Ioannis VI.Paleologos’un “despot” ünvanını verdiği[32] Brankoviç şehrin muhasarasında Osmanlı birliklerine destek vermiş,şehrin alınması ile birlikte ise ödediği bedelle kronikte belirtildiği gibi epey hrıstiyanın serbest kalmasına ön ayak olmuştu.Buna ek olarak,sırp kralının bu eylemini doğrudan kendisinin değil,fakat etrafındaki güvenilir saydığı kişiler vasıtasıyla gerçekleştirdiğini öğreniyoruz.Tabi olarak,bu noktada Sırpların Selanik kuşatmasında niye yer aldıkları ve ne sebeplerle George Brankoviç’in hrıstiyan esirleri özgürlüklerine kavuşturduğu sorusunu inceleme ihtiyacı doğmaktadır.
Yukarıdaki sorulara cevap verebilmemiz için,14. ve 15. yüzyıllarda genel anlamda balkan devletleri ile Osmanlı’nın ve Osmanlı-Sırbistan ilişkilerinin nasıl geliştiğini iyi idrak etmemiz gerekmektedir.Osmanlıların Sırpsındığı(1364) ve Çirmen(1371) Savaşlarını kazanmalarının ardından Balkanlarda oluşan yeni düzen mağlup taraflar olan Makedonya'daki Sırp Prenslikleri, Bulgar Krallığı ve Bizans İmparatorluğunu yaptıkları antlaşmalarla Osmanlı üstün egemenliğini tanımak zorunda bırakmıştı.Ayrıca,bu antlaşmalar gereği Bizans ve Balkan hükümdarları,Osmanlıya vergi ödemeyi ve gerektiğinde padişahın seferlerine asker göndermeyi kabul ediyorlardı.Bu şartlar altında,Osmanlının ilerleyen süreçte Balkan devletlerini doğrudan ilhak etmediğini,fakat Balkanlar ve Anadolu’da düzenlediği seferlerde bu ülkelerin ordularından istifade ettiğini görüyoruz.Osmanlı tehtidini kısa süreliğine de olsa bertaraf etmek,ülkelerinin tamamen türk buyruğu altına geçmesini önlemek ve Osmanlıların zor anlarında Batı’dan gelecek olan bir Haçlı desteği ile saldırıya geçmeyi hedefleyen hrıstiyan hükümdarlar,Osmanlılara karşı bir bağımlılık politikası izlediler.Balkan ülkelerinin tam bağımlılık sunması halinde,bir koşul olarak Osmanlı padişahı vasal prenslerden oğullarını rehin olarak alıyordu.Ayrıca,vasal ülke Osmanlı’ya düzenli olarak yıllık vergi ödüyor,bizzat hükümdarın veya oğullarının kumandasındaki bir yardımcı kuvvet ile seferlere katılıyordu[33].Bu koşullarda şekillenen tabilik kuralları,diğer şartların yanında,Osmanlı fütuhatını askeri güç ile tedarik etme yükümlülüğünü,uygulamada kalıplaşan ve diplomatik bir yaptırım olarak vasal devletler tarafından kabul edilen bir kurala dönüştürdü.Osmanlılar,tahta geçen padişahların değişmesine rağmen,vasal ülke statüsünde olup kendilerine tabi tuttukları krallıkları doğrudan ilhak etme yoluna gitmemiş,devlet politikasının ayrılmaz bir parçası haline gelecek şekilde Devlet-i Aliyye’nin çıkarları çerçevesinde,varolmalarına izin vermişlerdir.Aynı kural,1427’den itibaren ülkesinin tahtına geçen George Brankoviç için de geçerli idi.Sırp kralı,daha en başlarda Osmanlı himayesi altına girmiş,yıllık vergi ödemeyi bizzat kendisinin veya oğullarının ya da kumandanlarından birinin komutasındaki 2.000 süvari’yi padişahın yanında savaşmak üzere seferlere göndermeyi kabul etmişti[34].
Böylece,1430’un Mart ayında Anadolu ve Rumeli kuvvetlerinden oluşan ordusuyla Selanik önlerine gelen II.Murad’a Sırp despotu George Brankoviç’in komutasındaki birliklerin de eşlik etmesi,Osmanlıların Balkanlardaki yayılma politikalarında hrıstiyan devletlerden yukarıda belirtilen biçimde nasıl faydalandıklarının açık bir örneğidir.
Selanik’te bedellerini ödeyerek esirlerin serbest kalmasını sağlayan George Brankovic,1377’de doğmuş,babası Vuk Brankovic’in Kosova sahrasındaki bozgunu,İstanbul’un I.Bayezid ve II.Murad döneminde iki kez kuşatılmasını ve Balkanlar’da Osmanlıların önlenemeyen ilerleyişine şahit olmuş bir kraldı.1371 Sırpsındığı ve 1389 Kosova Meydan Muharebesinin ardından,son savaşta şehit olan I.Murad’ın oğlu Yıldırım Bayezid'le Sırp tahtını devralan oğlu Stefan Lazareviç arasında oluşan iyi ilişkiler, padişahın savaşta ölen sırp kralı Lazar'ın kızı Ol,vera Despina Hatun'u eş olarak alması ile daha da pekişti.Osmanlı-Sırp münasebetleri ve oluşan aile bağları II.Murad’ın Lazar’ın torunu ve George Brankovic’in kızı Mara Brankoviç’le evlenmesi ile devam etti.Sırbistan 1439’da tamamen Osmanlı egemenliğine geçse de II.Murad’ın barış yanlısı bir siyasetle 1444 Edirne Antlaşması sonucu Tuna’yı geçmemesi şartı ile George Brankoviç’e ülkesini geri vermesi[35] 1444 Varna Savaşında Brankoviç’i Osmanlıların müttefiki olarak buldu.Bu tutumu sırp despotu’nun,diğer hrıstiyan hükümdarlar tarafından türk yanlısı olarak suçlanmasına yol açtı.

Sırp despotu Djuradj Brankovics(1427-1456)

Bu ithama rağmen,George Brankoviç’in,1430’da çoğunluğu hrıstiyanlardan oluşan[36] esir grubunun içinden hatırı sayılır bir nüfusu fidyelerini ödeyerek özgürlüğüne kavuşturmuştur. Bu eylemi,II.Murad’ın şehri nüfuslandırma ve yeniden hayata döndürme çabalarına destek manası içermesinin ötesinde,Bizans’ın çöküş yıllarını yaşayan ve daha 14.asırdan itibaren,savaş,yıkım ve açlıklarla boğuşan Balkanların hrıstiyan nüfusuna,yeni idare altında bir devamlılık ve tekrardan dirilme olanağını sunma amacını da gütmektedir.Bu sayede,esirlerin Sırp despotu tarafından özgür bırakılmaları,Balkanlarda egemen unsur olmaktan çıkıp dini islam olan bir devletin yönetimi altına giren Hrıstiyan nüfusun ilerleyen dönemde örgütlenmesi ve imparatorluk bünyesinde milletler sisteminin bir parçası olmasında dönemin yıkılan Balkan devletlerinin hükümdarlarının da katkısı bulunduğu sonucu doğurmaktadır.Anlam verilemeyen nokta,Brankoviç’in bu iyiliği neden hayırseverlik perdesi ardında yaptığıdır.Balkanolog I.Papadrianou’nun öne sürdüğü fikre göre George Brankoviç’in hrıstiyan ortodoks dindaşlarını özgür kılmak istemesine rağmen padişaha olan tabiliği sebebiyle bu eylemi gizli tutmayı yeğlemiştir[37].Bu iddia önemli bir gerçeği göz ardı etmektir.II.Murad yağmaya son vererek şehri yeniden kurmak ve imparatorluk bünyesine katmak iradesini ortaya koymuştur.Yine bu doğrultuda,şiddetle ihtiyaç duyduğu nüfusu elde edebilmek adına kumandanlarını esirlerden bir bölümünü serbest bırakmaya telkin etmiştir.Anlaşılmaktadır ki,Murad’ın fetihten sonra yapıcı bir politika çizgisini takip etmesi,şartlar her ne olursa olsun şehirde hayatın yeniden organize edilebilmesi için nüfuslandırmayı ve yeniden iskanı teşvik etmeyi amaçlamaktadır. Dolayısıyla,ordusuna katılan ve fetihte pay sahibi olan Sırp kralını fidye ödeyerek esirleri serbest bırakma talebinden mahrum tutması şüphesiz beklenmeyen ve anlaşılamaz bir tavır olurdu.Kaldı ki,kronikte Brankoviç’in “güvendiği adamları” olarak tabir edilen kişilerin kim tarafından yönlendirildiğinin gizli kalması pek de mümkün olmayan ve gizlemesi zor bir icraat olarak ele alınmalıdır.Sonuç olarak,Brankoviç’in bu eylemine niçin bir gizlilik verdiğinin nedeni Osmanlılara karşı olan tabilik kurallarının dışına çıkma korkusunda değil,başkaca sebeplerde aranmalıdır.
Nitekim,1453’e gelindiğinde de İstanbul’u fethedip Ortaçağ’a son veren Fatih Sultan Mehmed’in yanında üvey annesinin babası olan ve yaşı artık 76’yı bulan George Brankoviç’i buluruz.Selanik’in fethinden 23 yıl sonra Varna’da Osmanlı müteffiki olarak Haçlıların hezimetini gören Sırp kralı ölümünden üç yıl önce Konstantinopolis’in düşmesine 1.500 süvari ile katkıda bulunmuş,aynı Selanik’in fethinde olduğu gibi yağmadan çıkan şehirde esir düşen yüz kadar rahibe’yi ve birçok soylu Bizanslıyı bedellerini ödeyerek esaretten kurtarmıştı[38].Yine Selanik’te olduğu gibi,bu nüfus da şehrin yeni düzeninin bir parçası olmuş,rum cemaatinin Osmanlı egemenliği altında teşkilatlanmasında önemli bir rol üstlenmiştir.



[1]Selanikin son zaptının tarihi hakkında mevcut Bizans ve Osmanlı kaynaklarının kapsamlı bir derlemesi için bak:I.Tsaras,H teleutaia alosi tis Thessalonikis(1430),Thessaloniki,1985.
[2]Halil İnalcık,Devlet-i Aliyye,Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I,Klasik Dönem(1302-1606),s.107.
[3]Makedonya’ya ilk olarak müslüman,türk nüfusunun iskanı da bu dönemde gerçekleşmiştir.Chalkokondyles’in verdiği bilgiye göre I.Murad devrinde Makedonya’da,Termi(Selanik yakınında bulunan neolitik çağ’a ait bir yerleşim) ve Vardar nehri kıyısına büyük sayıda türk nufusu yerleştirilmişti.“I.Tsaras,H teleutaia alosi tis Thessalonikis(1430),Thessaloniki”,1985,s.27,dipnot 2.
[4]“Despot” tanımlaması son dönem Bizans prenslerine verilen bir ünvan olmakla beraber,şehir tekfuru veya yöneticisi anlamını da taşımaktaydı.
[5]Halil İnalcık,Devlet-i Aliyye,Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I,Klasik Dönem(1302-1606),s.64.
[6]Selanik’in kuzeyindeki İç Kale’ye 1387-1391 yılları arasında küçük bir yeniçeri kuvvetinin yerleştirildiği iddiası ilk olarak O.Tafrali tarafından ortaya atılmış,A.Vacalopoulos da eserinde aynı fikri savunmuştur.I.Tsaras,bu iddiayı kısmen kabul etmekle birlikte şehrin 1389 Kosova Meydan Muharebesine kadar türk hakimiyetinde kaldığını ve I.Murad’ın ölümü üzerine 1389-1391 yılları arasında tekrar Bizans’a geçtiğini var saymaktadır.
[7]Ducas,Istoria Turco-Byzantina.(1341-1462),Vasili Grecu Yayınları,Bükreş 1958(bundan böyle:Ducas).Ayrıca,Selanik’in Osmanlılar tarafından tartışmalı ilk fethi hakkında detaylı kaynak için bak,M.Delilbaşı,“Johannis Anagnostis,Diigisis peri tis telefteas aloseos tis Thessalonikis”,s.1,dipnot 1, I.Tsaras,H teleutaia alosi tis Thessalonikis(1430).
[8]Halil İnalcık,Devlet-i Aliyye,Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I,Klasik Dönem(1302-1606),s.92.
[9]Kral’ın doğuştan hak kazandığı mülk,miras.
[10]A.Vacalopoulos,Istoria tis Thessalonikis(M.Ö.316-M.S.1983),Thessaloniki 1997,s.172.
[11]A.Vacalopoulos,Istoria tis Thessalonikis(M.Ö.316-M.S.1983),Thessaloniki 1997,172-173.
[12]Ducas.
[13]A.Vacalopoulos bu kuvvetin 30.000 kişi olduğunu belirtmektedir.
[14]Ducas.
[15]A.Vacalopoulos,Istoria tis Thessalonikis(M.Ö.316-M.S.1983),Thessaloniki 1997,s.172,ayrıca bak,Melek Delilbaşı,Johannis Anagnostis,“Selanik’in Son Zatı Hakkında bir Tarih”,TTK Yayınları,Ankara,1989.
[16]Ducas, Melek Delilbaşı,Johannis Anagnostis,“Selanik’in Son Zaptı Hakkında bir Tarih”,TTK Yayınları,Ankara,1989,¶2-4.Ap.Vacalopoulos,Istoria tis Thessalonikis(M.Ö.316-M.S.1983),s.116.
[17]Melek Delilbaşı,Johannis Anagnostis,“Selanik’in Son Zatı Hakkında bir Tarih”,TTK Yayınları,Ankara,1989.
[18]I.Tsaras,Ioannou Anagnostou,“Diigisis peri tis telefteas aloseos tis Thessalonikis” ve “Monodia epi ti alosi tis Thessalonikis”,I.Tsaras Yayınları,Bibliothiki tis Byzantinis Thessalonikis 1,Thessaloniki 1958,Melek Delilbaşı,Johannis Anagnostis,“Selanik’in Son Zaptı Hakkında bir Tarih”,TTK Yayınları,Ankara,1989(bundan böyle:I.Anagnostis).
[19]I.Tsaras’a göre bu tarih 1453 İstanbulun fethinden sonradır.
[20]I.Anagnostis,¶14, ¶17-19.
[21]I.Anagnostis,¶17.
[22]A.Vacalopoulos,Istoria tis Thessalonikis(M.Ö.316-M.S.1983),Thessaloniki 1997,s.177.
[23]Anagnostis kronikte şehrin Latin tahakkümünden çok çektiğini ve şehir nüfusunun giderek azaldığını açıkça belirtmektedir,¶2.
[24]I.Anagnostis,savunma hazırlıkları yapan Venediklilerin,sur üzerine dizdikleri silahlı askerlerden her iki veya üç mazgalda bir tane bulunduğunu gördüklerini belirtir,¶5.
[25]Kale içinde yağma devam ederken,savaşın ilk gününden itibaren ve daha sonra ölen şehir sakinlerinin yollara savrulmuş cansız bedenleri ordu içinde salgın hastalıklara yol açabileceğinden böyle bir karar almış olması muhtemeldir.
[26]I.Anagnostis,¶18.
[27]I.Anagnostis,¶17.
[28]I.Anagnostis,¶18.
[29]I.Anagnostis,¶18.
[30]I.Anagnostis,¶19.
[31]Djuradj Brankovics olarak da bilinir.
[32]I.Papadrianou,«I alosi tis Thessalonikis sta 1430 kai o Serbos despotis George Brankovits)»,«Makedonika»8,1968,401-405.
[33]Halil İnalcık,Devlet-i Aliyye,Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I,Klasik Dönem(1302-1606),s.63-64.
[34]I.Papadrianou,«I alosi tis Thessalonikis sta 1430 kai o Serbos despotis George Brankovits)»,«Makedonika»8,1968,401-405.
[35]Halil İnalcık,Devlet-i Aliyye,Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I,Klasik Dönem(1302-1606),s.106-107.
[36]Anagnostis esirlerin hangi dine mensup olduklarını açıkça belirtmemektedir.Serbest kalan esirlerin büyük çoğunluğunun yerli hrıstiyanlardan oluştuğunuü de şehir nüfusuna katmak gerekir.
[37]I.Papadrianou,«I alosi tis Thessalonikis sta 1430 kai o Serbos despotis George Brankovits)»,«Makedonika»8,1968,401-405.
[38]İlgili kaynak için bak,I.Papadrianou,«I alosi tis Thessalonikis sta 1430 kai o Serbos despotis George Brankovits)»,«Makedonika»8,1968,401-405.


Evliya Çelebi kimdir?
Evliya Çelebi 25 Mart 1611’de İstanbul’un Unkapanı semtinde doğmuş ünlü 17.yüzyıl türk seyyahıdır.Fetihten sonra Kütahya’dan İstanbul’a yerleşen bir aileye mensup olan Çelebi’nin babası Derviş Mehmed Zilli,I.Süleyman’dan I.Ahmed’e kadar tüm padişahların kuyumcubaşılığını[1] yapmış ve seferlerine katılmıştır.Küçük yaştan itibaren iyi bir eğitim gören Evliya Çelebi öğrenimini saray okulu olan Enderun’da tamamladı.Kur’an,Arapça,güzel yazı,müzik,beden eğitimi ve yabancı dil üzerine özel dersler aldıktan sonra saray’da göreve başladı.
Yaptığı hizmetlerle padişahın ve devlet erkanının övgüsüne mazhar olan Evliya Çelebi’nin devletin daha üst mertebelerinde görevler üstlenmesi beklenirken olayların seyri bu öngörüyü boşa çıkardı.Gezginliğe ve seyahate duyduğu dinmek bilmeyen arzu kendine özgü masalsı yazı dili ile anlattığı bir rüya’nın ardından 70 yaşına kadar Osmanlı coğrafyasını da aşan bir seyahat dizisini gerçekleştirmesine vesile oldu.Rüyaya göre Çelebi,İstanbuldaki yemiş iskelesi civarında bulunan Ahi Çelebi camiinde,büyük bir cemaatin arasında ön safta Hz.Muhammed’i,dört halifesini ve ashab-ı görür.Yanına yaklaşıp şefaat dilemek isteyen Evliya Çelebi bunu güçlükle gerçekleştirdiğinde “Şefaat ya Resulallah” yerine “Seyahat ya Resulallah” cümlesini telaffuz eder ve böylelikle yıllar sürecek olan seyahati başlar.
«Seyahatnâme»
Tüm Osmanlı topraklarını gezen Evliya Çelebi ziyaret ettiği yerler ve tanık olduğu olaylar hakkındaki izlenimlerini Seyahatnâme adını verdiği 10 ciltlik eserinde toplamıştır.Kendi üslûbu ile kaleme aldığı bu yapıtta Çelebi,seyahat ettiği bölgelerde bizzat şahit olduğu olayları bazen gerçekçi bazen de fantastik betimlemelerle anlatmıştır.Onyedinci asır Osmanlı kaynaklarının derin bir sessizlik içinde olduğu bir dönemde,Seyahatnâme yalnızca geniş Osmanlı coğrafyası adına çok değerli topografik,toponimik,laografik ve ekonomik bilgiler içermekle kalmaz.Coğrafi tanımlamaların da ötesinde,17.asır Osmanlı sosyal yapısı,iktisadi hayatı,günlük yaşamı,çarşı düzenini gözler önüne sermekte,her şehirde kurulmuş cami,hamam,kervansaray,bedesten,vs. gibi kamu yapıları hakkında ayrıntılı detaylar içermektedir.Bu açıdan bakıldığında sadece türk kültür tarihinin değil beynelmilel edebiyat ve tarih bibliografyasının temel taşlarından birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Seyahâtname’nin 8.cilt’i Evliya Çelebi’nin bugünkü Yunanistanın tamamı,Makedonya ve Arnavutluğun ise bir kısmını içine alan bölgeye yaptığı seyahati kapsamaktadır.Batı Trakya’dan başlayarak sırasıyla Dimetoka,Ferecik,Gümülcine,Kavala,Siroz,Selanik,Alasonya kalesi,Tırhala kalesi,Atina,Mora yarımadası,Kefalonya,Mizitre,Anapoli,Navarin,Moton kalesi,Koron kalesi,Girit adasında Hanya ve Kandiye,Elbasan,Ohri,İştib,Timuş,Usturumca,Hayrabolu’yu gezen seyyahın yolculuğu Tekirdağında son bulmaktadır[2].
Evliya Çelebi Selanik’e hangi dönemde gelmiştir?
Evliya Çelebi günümüz Yunanistanını ve Makedonya ile Arnavutluğun bir kısmını içine alan seyahatini Osmanlı İmparatorluğu için büyük önem arz eden siyasi gelişmelerin yaşandığı bir dönemde gerçekleşmiştir.Öyleki,1645 yılında başlayan Girit seferi Akdeniz’de 25 sene sürecek olan bir Osmanlı-Venedik savaşının perdesini açmış ve 5 Eylül 1669’da imzalanan barış ile ada Osmanlı hakimiyetine geçmiştir.Evliya Çelebi’nin bu dönemde gerçekleştirdiği Rumeli gezisi,seyahat amacının dışında Girit’e yapılacak son sefer için asker toplama görevini de içermektedir.Diğer yandan onyedinci yüzyılın ortalarına ait Venedik elçi raporlarının da doğruladığı gibi Girit seferine katılacak olan askerlerin sevkiyat ve cephane merkezi Osmanlı Balkanlarının en büyük ve en önemli şehri olan Selaniktir[3].Geçmişte birçok padişahın ve Avrupa seferlerinin geçiş noktası olan şehir kuzeyden güney’e doğru uzanan askeri ve ticari yolların kesişme noktasında bulunuyordu.Evliya Çelebi 1668 senesinde şehre geldiğinde,şüphesiz ki bu döneme ait tarih dokümanının şehir ile ilgili gelecekteki araştırmacılara ne kadar kısıtlı bilgi sunacağından habersizdi.Böylece,şehrin idaresinden askeri nizamına ve tahkimatına,camilerden hamamlara ve cemaatler’den günlük yaşama,Selaniklilerin yiyecek,giyecek alışkanlıklarından şehirde konuşulan farklı dillere kadar bir dizi önemli konuya ışık tutan eserini yazdığında, yalnızca geçmiş bir tarihi bugüne taşımakla kalmaz,genel Osmanlı tarihi envanterinde mevcut büyük bir boşluğu da doldurmuş olur.Bu çalışmamızda Evliya Çelebi’nin 1668 senesinde Osmanlı Selanikinde Osmanlı idaresi ve iradesinin ne şekilde tecelli ettiği ve ne gibi bir yapılanma içinde olduğu hakkında bizlere aktardığı bilgileri değerlendirmeye çalışacağız.Balkanlardaki Osmanlı şehir yapılanmasında kalelerin ve savunmaya yönelik askeri donanımın öneminden bahsederken Çelebi’nin detaylı anlatımının Selanik kalesi ile alakalı bize sunduğu verilerden yararlanmaya teşebbüs edeceğiz.  


Evliya Çelebi

Evliya Çelebi’nin gözüyle 1668 senesinde Selanikte Osmanlı idaresi ve Selanik kalesi[4]
Selanik ile ilgili izlenimlerine başlamadan önce Evliya Çelebi,Seyahatnâme’nin ilgili bölümünde şehrin kuruluş safhası ile alakalı hayali bir öyküyü bizlere aktarmaktadır.Çelebi benzer fantastik hikayeleri eserinin birçok yerinde kullanmıştır.Şehrin Rum elinde geliştiğini ve işlek bir yer halini aldığını anlatan Çelebi Selanikteki Yahudilerin sayısından etkilenmiş olacak ki Selanik’e nasıl yerleştikleri hakkında mitoloji olarak tanımlanabilecek bir anlatıyı kaleme almaktadır.Buna göre Ortadoğu’da uğradıkları büyük bir kıyımın ardından gemilere binen Yahudiler Selanik’e gelmiş ve buranın sakinlerini hile kullanarak kale’den çıkartarak şehre sahip olmuşlardır.En nihayetinde,defalarca el değiştiren şehir,792(1390)senesinde Orhan Gazi’nin oğlu I.Murad Hüdavendigâr’ın vezirlerinden Gazi Evrenos Bey tarafından fethedimiştir.Evliya Çelebi’nin verdiği bu tarih ve Selanik’in fethi hakkında I.Murad dönemini işaret etmesi tartışmalı bir husustur.Seyyahın bu noktada I.Murad dönemine tekabül eden, Selanik’in 1387 senesinde bir ahidnâme ile ilk kez Osmanlı’ya teslim olmasından bahsetme ihtimali düşüktür çünkü açık bir şekilde gerçekleşen bir fetih’ten bahsetmektedir.Diğer taraftan zikrettiği fetih 1394 yılında şehrin Osmanlılar tarafından geri alınması ise bu olay I.Murad döneminde değil,oğlu ve halefi I.Bayezid döneminde gerçekleşmiştir.Temel olarak alınması gereken husus Evliya Çelebi’nin burada Selanik’in fethine dair yanlış bir tarihlendirme yaptığıdır.Her iki ihtimal ise şehrin Gazi Evrenos Bey tarafından fethedilmiş olduğu gerçeğinden uzak bir olasılık olarak ele alınmamalıdır.Bunun sebebi ise Balkan fütühatının büyük bölümünün ve özellikle Kuzey Yunanistanın fethinin bu çok ünlü uc beyi ve askeri şahsiyeti tarafından yapıldığıdır.
1668de Selanik şehrinde Osmanlı idari yapısı
Siyasi otorite,dini mertebe ve adaletin temini
Evliya Çelebi’nin şehri ziyaret ettiği dönemde Selanik şehri Rumeli eyaletinin Selanik sancağına bağlı bir kaza idi.Osmanlı idaresinin şehirdeki temsilcisi diğer bölgelerdeki gibi bir bey’di.Dini mertebe Hanefi mezhebine mensup bir şeyhülislam ve Şafi,Maliki,Hanbeli mezheplerine mensup üç müftüden oluşmaktaydı.Adalet ise,yetki alanı Kesendire (Kassandra),Sidirkapsi (Sidirokafsia) ve Aynaroz(Agion Oros) kazalarını da kapsayan Selanik mollası tarafından sağlanmaktaydı.Çelebi,Selanik mollasının gücünü ve saygınlığını övmekle bitirememektedir.Öyleki,mollanın yanında bey,paşa ve müsellemler[5] söz dahi edemezler” der.Selanik mollasının şehir içinde dört naipliği bulunmaktadır.Bunlar çarşı naipliği,Kelemerye naipliği,Mısır Çarşısı naipliği ve muhtesib ağa naipliği olarak sıralanmaktadırlar.
Askeri idare
Evliya Çelebi Selanik’in mevcut askeri gücüne ve bunun özelliklerine genişçe yer ayırmaktadır.İlk olarak verdiği bilgiye göre Selanik beyi savaş halinde Rumeli vezirleriyle birlikte kara seferlerine katılmamaktadır.Buna karşın donanma kumandanı ve Cezayir,Tunus,Trablusgarp ve Ege Adalarının paşası rütbesini taşıyan Kaptan Paşa ile birlikte deniz seferlerine katılma yükümlülüğü vardır.Selanik kalesinin 6.000 askeri,zeamet[6] ve tımar sahiplerinin askerine,Yörükler ocağı beyi’nin askeri ve Selanik paşasının şahsi muhafız birliğinin eklenmesiyle elde edilmektedir.Bu askeri gücün haricinde “eşkinci”,yani savaşa katılmak üzere hazır bekleyen eyalet askerinin sayısı 12.000’dir.Bu askeri birlik ayrı bir kumandanın emri altındadır.Şehir içinde görev yapan daimi askerler ise çeşitli vasıflara sahip olup ordunun ihtiyaçlarını ve donanımını sağlayan personeli oluşturmaktadırlar.Sipah kethüdayeri,Yeniçeri serdarı,Selanikte üretilen yeniçeri üniformalarının yapımında kullanılan Selanik çukasını tahsil etme göreviyle İstanbuldan gelen Selanik Ağası,başçavuş,divan efendisi,küçük çavuş ve bir oda yeniçeri şehirde sürekli olarak hazır bulunmaktadırlar.Selanikte faaliyette bulunan baruthane’den gelen cebecibaşı ve topçubaşı da birer oda askerle bu güce destek sağlamaktadırlar.Kalenin değişik bölümlere ayrılmış surlarla çevrili kesiminde dört adet kale dizdarı bulunumaktadır.Yukarı İç Kale dizdarı,şehrin kuzeyindeki Yedikule kalesine,Kelemerye Kulesi dizdarı Beyaz Kule’de konuçlandırılmış yeniçeri kuvvetlerine ve orta hisar dizdarı anaşehre hükmediyordu.Evliya Çelebi dördüncü dizdarın hangi bölgede bulunduğunu belirtmemektedir,fakat şehrin Osmanlı dönemindeki kale savunmasından hakkında bilinenlerden yola çıkarsak dördüncü dizdarın limanda bulunan Vardar kalesinde görev yaptığını kolaylıkla tahmin edebiliriz.Evliya Çelebi ayrıca şehir içinde çeşitli askeri mevkiye sahip ve aynı zamanda şehir emniyetinden,ticareti yapılan malların usullere uygun olup olmadığını denetleyen ve vergi toplamakla sorumlu olan ordu neferini,devlet memurlarını ve ağalıkları[7] detaylı bir biçimde sıralamaktadır.Hisar eri ağası[8], martosolan ağası[9], yerli topçu ağası, muhtesib ağa[10], gümrük emini, şehremini, haraç emini[11], mimarbaşı[12], subaşı[13], baruthane emini,kethüdası ve katipleri[14] bunlardan bazılarıdır.

Evliya Çelebi şöyle yazmaktadır:"Evvelâ Akdeniz'in Rumeli kıyısında uzunluğu 100 mil bir körfezin batı tarafı nihayetinde bulunup o körfezin bir kumsal pâk limanı kenarında,iç kalesi bir topraklı ve kayalı yüksek tepe üzerinde üçgen şekilli,şeddadi beyaz taş sağlam bir hisar,dayanıklı bir surdur.Halkı şanlı eski bir kaledir ki öyle bir mamur şehrin Akdeniz kıyısında benzeri yoktur".Gravür O.Dapper'e ait(1688)

Selanik şehrinin ve kalesinin tarifi
Evliya Çelebi’nin tarifine göre Selanik şehri 100 millik bir körfezin sonunda bulunan bir limanın yanındadır.Üçgen şeklinde yapılmış İçkalesi,sağlam taş surlarla çevrili,topraklı ve kayalı yüksek bir tepede yer almaktadır.Kalenin deniz kıyısında 3 mil,kara tarafında 3 mil en’i bulunmaktadır[15].Şehrin kuzeyinde Hortaç dağı(Hortiatis),batı yakasında Yenice-i Vardar, doğusunda kara ve güneyinde körfez bulunmaktadır.
Evliya Çelebi Selanik kalesini çepeçevre dolaşır.Liman’dan başlayarak şehir kalesi’nin güneybatı ucunda bulunan Vardar kulesi tophanesinden[16] Vardar tophanesi kapısına[17] kadar 300 adımlık bir mesafe kat eder.Batı’ya doğru devam ettiğinde şehrin batı yönündeki ana çıkış kapısı olan Vardar Kapısına[18] rastlar.Daha kuzeyde Mevlevihane Kapısı olarak bilinen Yenikapıyı görür.Kuzeye doğru giden yokuş yolu aşan Çelebi Gaziler Kulesine varır[19],oradan da doğu yönünde devam eder ve sur dibinden Yedikule’ye ulaşır.Yedikule’den aşağıya doğru yine yeri bilinmeyen bir kule kapısı ve daha güney’de şehrin doğu çıkışı olan Kelemerye Kapısı yer almaktadır.Doğu surları Kelemerye Kapısından Beyaz Kule’ye kadar devam eder ve burada son bulur.Beyaz Kule’nin bir de giriş kapısı bulunmaktadır[20].Beyaz Kule’den limanda bulunan Yalı Kapısına kadar tüm sahil boyunca sur duvarı devam eder lakin duvarın dış yüzünde deniz olduğundan Evliya Çelebi bu mesafeyi sur içinden katetmek zorunda kalır.Kale’nin çevresinde toplam 8 giriş kapısı mevcuttur.
Selanik kalesi Osmanlı şehir yapısının tipik bir örneğini teşkil etmektedir.Buna göre kale tahkimatı birbirinden ayrı olacak şekilde içten ve dıştan kapılarla birbiri ile birleşen bölme hisarlar’dan oluşmaktadır.Her hisar’da ayrı bir kale dizdarı ve yeniçeri birliği bulunur.Selanik hisarının ilk bölümü surlarla kuşatılmış anaşehirdir.Burası aynı zamanda sivil yerleşimin en yoğun olduğu geniş bir alandır.İkinci hisar Vardar Kalesi’dir[21],üçüncü hisar Kelemerye ağalığı[22],dördüncüsü Yedikule Kalesi,beşincisi Kuşaklı Kule[23] ve sonuncusu Tophane Kalesi ağalığıdır.Her hisarın kendi giriş kapısının yanı sıra Yedikuleyi ana kente bağlayan iki kale kapısı daha bulunmaktadır.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde inşa edilen Beyaz Kule,Mimar Sinan'ın eseridir.Şehrin kale savunmasının güçlendirilmesine yönelik genel bir yapılandırma çerçevesinde surların güneydoğu köşesine yapılmıştır.Kale'nin güneybatı kısmında bulunan ve bugün yıkılmış olan Tophane Kulesi ve az sayıda kalıntıları bulunan Vardar Kalesi ile birlikte limanı ve Selanik körfezini korumaktaydı.

Selanik kalesinin tamiri hakkında
Evliya Çelebi,Selanik kalesi’nin I.Murad tarafından fethinin ardından tamir edildiğine değinmektedir.Selanik’in fethi hakkında başta değindiğimiz hatalı tarihlendirmeyi ve şehri I.Murad Hüdavendigar’ın fethettiği yanlışını burada tekrarlayan Çelebi zaman içinde eskiyen surların Hicri 952(1545) yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından tamir ettirildiğini dile getirmektedir.Şehir surları’nın 1430 fethi sırasında harap bir halde olduğu gerek şehrin Venedikli yöneticileri tarafından gerekse çağdaş bir kaynak olan Ioannis Anagnostis’in kroniğinde açıkça belirtilmektedir.II.Murad fethin ardından surları onartmış ve 1431 yılında Yedikule’yi inşa ettirmişti.Fakat fethin üzerinden bir asrı aşkın bir  süre geçtiğinde ve 16.yüzyılın ortalarına gelindiğinde kale’de yeni bir tamirata ihtiyaç duyulduğu anlaşılmaktadır. “Süleyman Han Akdeniz içinde Kastel Kalesi,Körfös Kalesi,Çukalar ve Andirik Kalesine giderken bu Selanik’te kışlayıp kaleyi ihya edip 3 tarafına 4 adet sağlam kaleler inşa eyleyip bu Selanik Kalesini sanki Kahkaha Kalesi ve Van Kalesi eylemiş” der Evliya Çelebi.Buradan Sultan Süleyman’ın düzenlediği seferlerden birisi sırasında Selanikte kışlayıp bazı tamiratlarda bulunduğu sonucu çıkmaktadır.
Vardar Kalesi:Deniz kıyısında inşa edilmiş olan kalenin 12 mazgalında bulunan 10 adet top denize doğru yöneltilmiştir ve limana saldırıda bulunabilecek kafir gemilerine karşı koruma sağlamaktadırlar.Kalenin giriş kapısındaki kitabeye göre Vardar Kalesi Sultan Süleyman döneminde,1545 senesinde yapılmıştır[24].
Kelemerye Kalesi: Burc’u Esed[25] veya Beyaz Kule Kanuni Sultan Süleyman Han döneminde Mimar Sinan tarafından yapılmış ve Evliya Çelebinin tabiriyle “göklere doğru baş çekmiş” 8 katlı bir yapıdır.Kale içinde bulunan 40 oda,bir su sarnıçı ve bir zaviye ile Beyaz Kule askeri donanımının da ötesinde bir malzeme ve mühimmat deposu görevini görüyordu.İçinde bir cami,tahıl ambarları ve cephane mahzenleri ve çeşitli mühimmatlar depolanmıştı.Deniz kıyısına yakın bir demir kapısı üzerinde 20 tane büyük topu bulunan kule,Vardar Kalesi gibi limanı korumak için yapılmıştı.Düşman gemilerini hedeflemek için döşenen toplar aynı zamanda bayram günlerini müjdelemek için atışlar yapmaktaydı.Kule’nin tepesindeki küçük mazgallara yerleştirilmiş ufak topları Evliya Çelebi kirpi tüyüne benzetmektedir.Beyaz Kule şehir hapishanesi olarak kullanılmaktadır.Kıble yönündeki demir kapısının üstünde bulunan ve Çelebi’nin bizlere aktardığı kitabede 942(1535) yılında Sultan Süleyman tarafından yaptırıldığı yazılıdır.Beyaz Kulenin bir diğer kitabesinde ise mimarının eserin yapımına bulunduğu atıf yer almaktadır.Çelebi bunu da aynen aktarmıştır.
Yedikule Kalesi:Çelebi son olarak Yedikulenin İçkale kapısının üzerinde bulunan ve Sultan I. İbrahim döneminde yapılan bir onarımın tarihini veren kitabeyi bizlere aktarır.
Bu makalemizde kısaca 1668 senesinde Selanik’e gelen 17.yüzyıl türk seyyahı Evliya Çelebi’nin şehrin fethi hakkında bizlere aktardıklarını,şehrin devlet,asker ve dini mertebe unsurlarına istinaden nasıl bir idari yapıya sahip olduğunu ve Selanik kalesi’nin 18.asırda şehrin savunmasına nasıl katkıda bulunduğuna dair bizlere aktardığı bilgileri irdelemeye çalıştık.Şüphesiz Evliya Çelebi,şehir hakkında kayda değer büyük ölçekte bir tarifi eserinde bizlere sunmaktadır.Çok kültürlü bir etnik yapıya sahip olan şehrin sakinlerinin günlük yaşamına ve şehirde ticaretin nasıl geliştiği konusundaki bilinmezlere ilerleyen yazılarımızda tekrar değineceğiz.





[1]Osmanlı sarayında ehl-i hiref olarak bilinen sanatklarlar zümresine mensup kuyumcuların amirlerine verilen ad.
[2]http://tr.wikipedia.org/wiki/Evliya_Çelebi.
[3]K.Mertzios,Mnimeia Makedonikis Istorias,Thessaloniki 1947.
[4]Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi,Seyit Ali Kahraman,8.Kitap,1.Cilt,Yapı Kredi Yayınları,İstanbul,Mart 2011.
[5]Osmanlı devletinin kuruluş döneminde, barış zamanı tarımla uğraşan, savaş zamanı sefere katılan; kapıkulu ocaklarının kurulmasından sonra da bir süre geri görevlerde eyalet askeri olarak kullanılan; buna karşılık kimi vergilerden muaf tutulan bir sınıf atlı asker.
[6]Osmanlı İmparatorluğu toprak düzeninde yıllık geliri yirmi bin akçeyle yüz bin akçe arasında olan topraklar ve bu topraklardan alınan vergi. krş. tımar,has.
[7]Osmanlı sarayının,yönetsel ve askeri örgütünde belli orun ve aşamadaki kişilere verilen ad.
[8]Kaledeki askerlerin kumandanı.
[9]Osmanlılarda genel olarak yerli Hrıstiyanlardan kurulmuş bir sınıf askerin kumandanı.
[10]İslam şehirlerinde çarşı ve Pazar esnafını din kurallarına göre dentleyen görevli,belediye memuru.
[11]Vergi toplamakla mükellef kişi.
[12]Osmanlı sarayında,resmi binaların onarımı ve yapımı işleriyle uğraşan mimarların başı.
[13]Güvenlikten sorumlu kişi.
[14]Baruthane amiri,bakıcısı,katipleri.
[15]Evliya Çelebi Selaniki ziyaret ettiğinde şehrin deniz kıyısında yer alan antik surları henüz ayaktadır.Selanik’in tüm Osmanlı hakimiyeti boyunca kale içine kısıtlı yerleşimi ancak 19.asrın ortalarından sonra şehirde görevde bulunan yenilikçi valileri döneminde ve Tanzimat reformları çerçevesinde ilk olarak 1869 yılında deniz surlarının ve 1879’dan sonra doğu ve batı yakadaki surların bir kısmının yıktırılmasıyla değişecek,şehir iki yöne doğru genişleyecektir.
[16]Tophane kulesi olarak da bilinen altıgen taş yapı limanı koruma amaçlı inşa ettirilmişti.Bugün yapıdan eser yoktur.
[17]Liman’a açılan anakapı olan Yalı Kapısı mı yoksa daha doğudaki Vardar kalesine ait bir kapı mı olduğu açıkça belirtilmemektedir.Tahminen Yalı Kapısı’dır çünkü Çelebi’nin aşağıda belirttiğinden yola çıkarsak Vardar kalesinin giriş kapısı ile Vardar kapısı arasındaki mesafenin 300 adım olması güç bir ihtimaldir.
[18]Altın Kapı olarak da bilinirdi.Varlığı Roma dönemine kadar dayanmaktadır.19.yüzyıl’da şehrin batı’ya doğru genişleme hamlesi sırasında yıktırılmıştır.
[19]V.Dimitriadis şehrin kuzey surlarındaki bir kulenin Namazgah Kulesi olarak adlandırıldığından yola çıkarak uzey surlarının dışında toplu bir namazgahın bulunabileceğine dikkati çekmiştir.Evliya Çelebi’nin zikrettiği Gaziler Kulesinin aynı mevkide bulunmasına rağmen Namazgah Kulesi olup olmadığını kesin olarak söylemek mümkün değildir.
[20]Evliya Çelebi giriş kapısındaki kitabeyi aynen aktarmaktadır.Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Beyaz Kule’yi çevreleyen küçük kale duvarı yıktırıldığından kitabe günümüze ulaşamamıştır.
[21]Şehrin güneybatı kısmında,limanı korumak amacıyla yaptırılmıştır.II.Murad’ın şehri fethinden sonra yaptırıldığı bilindiği gibi Kanuni Sultan Süleyman döneminde tamir edilmiştir.
[22]Kalamaria bölgesine yakın olduğundan Kelemerye Kulesi olarak bilinen Beyaz Kule 19.yüzyılın sonuna kadar hapishane olarak kullanıldı.Kule,etrafındaki küçük sur duvarının içinde bulunan mescid ve tekke ile bir askeri ünittenin tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde inşa edilmişti.Burada daimi bir yeniçeri birliği görev yapmaktaydı.
[23]Zincirlikule olarak da bilinirdi.
[24]Bugün var olmayan kitabede “bünyad” sözcüğü kullanılmıştır.Bu cümle haliyle baştan inşa edilme anlamını taşımaktadır fakat kale’nin varlığı 1545 yılından çok önce birçok kaynakta belirtilmektedir.
[25]Aslan Kalesi anlamına gelmektedir.