Avrupa kıtasının en doğu noktasındayım.Büyük İskender bile buradan daha doğu’ya geçerken ezdiği barbar sürülerinin üzerinden Asya’ya ayak bastığının farkındaydı.Eminim ki o zaman dahi “Senin işin gücün yok mu?Parana yazık.Pella’daki sıcak yatağını,kadınları(?) ve şarabını bırakıp ne aramaya gidiyorsun elin cahil barbarlarının peşinden” diyen gerizekalılar çıkmıştı karşısına.Ne iyi etmiş de dinlememiş onları.Adını tarihin altın sayfalarına yazdırmak bir kenara dursun,son nefesini verirken görüp fethettiği memleketler,daha bin yıl yaşasa görüp tanıyamayacağı insan kabileleri,Doğu’nun gül ve baharat kokan şehirleri,çağlayan ırmaklarından içtiği buz gibi sular,Hindistan ormanlarında uğuldayan yaprakların hışırtısı, inleyen fillerin ve rahatsızlık veren maymunların sesleri,ta Himalayalar’da kıçının donduğu anlar,anılar yanına kâr kaldı.Anımsattıkları iyi veya kötü şeylerle,ruhunu teslim ederken o anların her birini tek tek gülümseyerek hatta gülerek hatırlamıştır.Eminim.Bir gün dünyadan gideceğini bilmenin ağır hissiyatına karşı her nefeste bir adım daha öteye gidebilmenin verdiği hafiflik.Kaçımız sevebildik,kaçımız anlayabildik ki bu duyguyu?

Aslında uçağa binmezden önce aklımda bunların hiçbiri yoktu.Vücudu,içine giren mikroplarla savaşını sürdürürken,arkadaşım yine de gülmeye ve beni güldürmeye çalışıyordu.Ne iştah!Sabahın köründe havaalanındaki bir kafe’nin konforsuz koltuklarına yaslanmış,yarı baygın haliyle dakika başı sümkürüyordu.Ben ise fiyatını tam hatırlamadığım ama parasını verirken epey canımın yandığı,plastik bardaktaki sert espresso kavhesini yudumlayarak bedenimi uyanık tutmaya çalışıyordum.Asırlar önce karaborsa’da satılan bu nimeti insanoğluna bahşedilmiş en büyük lükslerinden biri olarak görürüm hep.Uçuş saati yaklaşırken bekleme salonunun hıncahınç dolu koltuklarından gözümüze bir boşluk kestirip kendimizi oraya attık.Matematik mi,bilgisayar mı?Bilmediğim bir dalın dehası olduklarını zannettiğim bir grup genç hintli yan koltuklardan bana doğru kaçak bakışlar atıyordu.Aralarındaki konuşmaları anlamasam da meraklıca dinledim.Ne garip!O kadar rahattılar ki.Kızlardan bir tanesi ayakkabılarını çıkarmış,çıplak ayaklarının üzerinde bağdaş kurmuştu.Bir diğeri sıska kollarını kaldırarak bitkin bir halde elini alnına götürerek hintli kadınlara mahsus bir süs olan bindi isimli parlak süs takısını elleyip duruyordu.Karşısındaki oğlan ise şık giysilerinin içinde önündeki dizüstü bilgisayara dalmış birşeyler yazıyordu.Bu çok renklilik hoşuma gitmişti.İtiraf etmeliyim ki bu rahat tavırları bana memleketimde yaşayan çingeneleri hatırlatmıştı.Nereye giderseler gitsinler aynı rahatlık ve pişkinlikle oldukları yere çöreklenmeyi pek de iyi bilirler.Bir ara gözüm karşı köşede tartışan iki kişiye takıldı.Sonradan rusça konuştuklarının farkına vardım.Bir tanesi koltuğa yaslanmıştı.Öbürü ise üzerine çökmüş alacaklı gibi birşeylerin hesabını ondan soruyormuş veya geri iade etmesini istiyormuş gibi talepkârdı. Belki de iki gram eroin için gecenin ve bekleme salonunun huzurlu ortamını tam bozacaklardı ki ayaktaki adam çekti gitti.Önümde dünyanın 72 milletinin resmi geçit töreni vardı.Telaş içinde kalabalık nüfuslu ailesini bavullarıyla birlikte peşine takmış olan sakallı bir müslümanın Fas’a yada Dubai’ye gider gibi bir hali vardı.Hemen yanımda nereden olduğunu bilmediğim yaşlıca bir amca horultusuyla ortalığı inletirken dördüncü rüyasını görmekteydi.O an kadın hosteslerle birlikte pilot ve yardımcısı göründüler.Hollandalıların hep uzun olduklarını söylerlerdi.Bu kadarını beklemiyordum doğrusu.Kırmızı yüzlerindeki sarsılmaz ifade işlerini ne kadar ciddiye aldıklarını gösterir gibiydi.Son kontrollerin için kuyruğa girdik ki ten renklerinin ve konuşulan dillerin çeşitliliği başımı döndürdü. Hemen arkamda İspanyol bir erkek ve Ekvatorlu mu Venezuela’lı mı hatırlamıyorum,kız arkadaşı vardı.Latin kadınlarının güzelliği anlatıldığı kadar var.Serin ve cesur bakışlar,dik bir duruş!İnsanın gardı anında düşüyor.Bir de tane tane konuşsalar... Gök mavisi uçağımızın içine bindiğimizde artık “o an”a odaklanmıştım.Uçuş tecrübesini ilk yaşadığımda kaptanın kalkış için tam gaz hızlanmasından ayaklarımın yerden kesildiğini hissettiğim o an’a kadar olan duygularım tarif edilemezdi.Çocukluğa dönüş gibi.Bilmem balerin’e bindiğiniz var mı.Yüz kez yaşasam yüzbirinci kez yine aynı hevesle yaşamak isteyeceğim bir deneyim.Bazı insanlar hep bulutların üstüne çıkmayı hayal ederler.Halbuki yukarıdan yeryüzünü seyretmek gibi keyif veren bir tecrübe daha yok.Yükseldikçe karıncayı andıran insanlar,binalar ve toprak.Bir arkadaşımın “Dikkat et,bak.Balkanları geçinceye kadar toprak ve yerleşim düzeni ne kadar dağınık.Geçtikten sonra ise ne kadar planlı ve düzenli bir şekil var” sözlerini hatırladım.Bir taraftan gözüm bu geçiş noktasını kaçırmamak için cam’a doğru kayarken diğer yandan uzun süredir test etmediğim ingilizcemin hollandalı hostesin kulaklarında nasıl duyulduğunu merak ediyordum.Parçalı bulutların arasından gökyüzü giderek kararırken,yeryüzünün git gide yeşillendiğini farkettim.Arkadaşımın bahsettiği değişiklik bu olacaktı heralde.Rönesans’ın Balkanlara kadar ulaşabilen ışığı!Şehir planlaması,devletin tarla ve arazi sınırlarını net biçimde belirleyerek sahiplerine dağıtması.Burada planlı ve adil bir biçimde gerçekleşmişti.Bizim oralar ise hem bölgenin dağlık coğrafi özellikleri bakımından hem de üç aşağı beş yukarı hesaplama mantığıyla iş yürütüldüğünden dağınık ve plansız bir görüntü çiziyordu.Zaten mahallemin periyodik olarak biriken çöpleri veya dere dibindeki toplu çöp atma alanlarının da daha önce gezip dolaştığım Ortaçağ’dan kalma eski şehirlerin “bal dök yala” tadındaki kaldırım taşlarıyla pek bir benzerliğinin olmadığını daha önceden görme imkanım olmuştu.Bu yüzden bu sınır kapısı niteliğindeki geçiş noktasında göze çarpan değişime de bir açıklama getirmekte zorlanmadım.Tıpkı daha önceden aşina olduğum bir diğer duruma da hazırlıklı olduğumdan hiç şaşırmadığım gibi...Yağmur’u severim.Fakat batının bu köşesinde insanların günlük yaşamlarının büyük bölümünü bu gerçekle yaşamak zorunda olmalarını onlarla birlikte yaşıyormuş gibi hiçbir zaman hazmedemedim.Amsterdam’ın bir ada olmadığını biliyordum.Ama uçağın camına vuran yağmur damlacıklarını izlerken aşağıda dört bir yanı sularla kaplı olan bir şehir gördüm.Sırayla dizilmiş arabalar,futbol sahaları,bakımlı bahçeleri ile müstakil evler ve ufukta,daha ötede deniz.Etkileyiciydi doğrusu.Büyük kentlerde yeşil'e rastlamak imkansız diye bilirdim.Gözümün aldığı yer orman ve ağaçtı.Küçük bir ormanı andıran ağaç dizelerinin ortasından geçen asfalt yolun uzayıp gittiği yönü takip ederken yere değen tekerleklerin sarsıntısıyla ırgalandım.


Amsterdam
Pasaportumu isteyen polis beni “Kalimera” diyerek karşıladığında uçağın yanlış ülkeye indiğini zannederek irkildim bir an.Şüpheli gözlerle beni süzüp “Kalo taksidi” dediğinde halen şaşkınlığımı üzerimden atmış değildim.Az sonra yeni uçağımıza bineceğimiz girişin önündeki koltuklarda cama vuran yağmuru izliyordum.“Schiphol Amsterdam”'da,yolcunun rahat etmesi için herşey düşünülmüştü.Zamanın yavaş akmaya başladığını hissettiğim bir anda türkçe konuşan bir grup gence rastladım.Konuşmadık.Ama öğrenci olduklarını anladım.Babalarının cüzdanı onlara iyi bir eğitim sağlayacak kadar şişkin olan bir kız ve iki üç oğlan.Hollandalı yolcuların aralarında konuştuğu kaba saba dilden anlayabileceğim bir kelime ayıklayamadan havaalanı görevlilerinin titiz ötesi aramasına tabi tutulup yandaki bekleme salonuna geçtik.Nihayet!Amsterdam’ın fazlaca yabancı çeken bir şehir olduğunu düşünsem çok mu abartmış olurdum?Önceki uçaktaki milletler silsilesini,kıpkırmızı yüzleriyle,bekleme salonunu dolduran sarışın ve renkli gözlü halis muhlis ingilizleri görünce öyle düşünmüştüm yine de.Kısık sesle birbirlerine söylediklerini anlamaya çalışıyordum.Bana doğru bir iki kaçak bakış atan ergen ingiliz kızı anne ve babasının tartışmasına pek de aldırmıyor gibiydi.Yaşı epey ilerlemiş bir çiftin ise heyecanlı ve coşkulu muhabbeti ve sonunda tebessüm etmeleri beni kıskandırdı açıkçası.Yeniden havalandığımızda artık önümüzde ucsuz bucaksız deniz vardı.Ufuk’ta kara görünmüyordu.Bir yandan kıta Avrupasının kuzey kıyılarının oluşturduğu kıvrımları seyrederken diğer yandan bulutların gölgesinin yansıdığı denizin ortasında ne kadar küçük göründüklerinden habersiz olan yük gemilerine daldım.Denizin yüzeyi çizgi çizgi dalgalar oluşturmuştu sanki.Düşsen tozun kalmaz!Lezzetli bir sütlü tatlıyı andıran sık bulutların üzerinde güneş ışığının oyunu vardı.Bulutların arasından sıyrılıyor,denizin üzerini pul pul parlatıyorlardı.Bulutların gizlediği yüzey ise karanlıklar içindeydi.Monitörden uçağın karaya yaklaştığını gördüğümde ada’nın deniz boyunda uzanan öncü kıyılarını gördüm.Suyun içine saplanmış bir dizi yel değirmeni ve sarp kayalıkların yanında bataklığı andıran su birikintileri.Tipik ingiliz taşrası,Lord of the Rings filminden sahneleri andıran kesitler sunuyordu.İki arabanın zorlukla sığdığı dar asfalt yollar tahta çitlerle çevrilmiş iki katlı bahçeli evlerin önünden geçiyor,küçük yerleşim bölgelerini birbirine bağlıyordu.Karanın içlerine doğru ilerledikçe yerleşimler gri bir ton almaya başladı.Hem evlerin çatıları hem de küçük-büyük ölçekte sanayi yapıları tüteyen bacalarıyla melankolik bir hava'nın esintilerini sunuyordu.Uçak sağlı sollu manevralar yapmaya başladığında gözlerim halen aşağıya bakarak varmak üzere olduğumuz ve görmeyi beklediğim “büyük” şehri arıyordu.Onu asla göremeyecek olmamın sebebi aslında küçük olması değildi.Birçok büyük kentte olduğu gibi yaşam alanını katleden ve insanı nefessizlikten boğulacak duruma getiren beton yığınlarının aksine şehir ağaçlık ve yeşil alanlarla çevrili biçimde küçük bir merkez etrafında genişleyip gidiyordu.Kavisli bir biçimde yeşil ağaçların ve seyrek evlerin üzerinden yarım daireyi andıran bir rota çiziyorduk.Bulutların arasından uzak bir noktada sıra sıra fabrikalar ve birçok arabanın bulunduğu geniş park alanları gördüm.Sonra şehrin eteklerine doğru yaklaşırken daha önce uzay belgesellerinde izlediğim fıstık yeşili renkte tepelerin arasında oluşmuş krateri andıran boşlukların içinde minik göletler oluşmuştu.Tepelerin etrafını saran bulutlar mekanı yerküre dışında bir ortam gibi aksettiriyordu.Halen ufukta neredeymiş bu “büyük kent” diye kendime sorup dururken uçağımız evlerin üzerinden inişe geçti. 

Manchester 
“Buraya niye geldiniz?” diye dönüp bana sorduğunda verdiğim cevabın kendisini pek de içten tatmin etmediğini bilerek sorunsuz şekilde ilerlememe izin verdiği için kadın polis’e minnettardım.Aşırıya kaçmayacan ve yerel ihtiyacı karşılayacak büyüklükteki havaalanının peş peşe sıralanan koridorlarını takip ederek dışarıya çıktık.Beş dakika arayla şehir merkezine düzenlenen tren seferleri istikametimize ulaşmak için en cazip yoldu. Aklımızda bir an önce merkeze varıp önce kalacak bir yer sonra da dışarıya çıkıp yiyecek birşeyler bulmak vardı.Az sonra konforlu bir trenin kompartımanında ip gibi sıralanan evlerin,bol ağaçlı mahallelerin arasından küflü tren raylarında yol alarak sıklaşan ve birbirine yapışık tuğladan yapılmış eski binaların bulunduğu merkeze vardık.Her tren garı kadar kalabalık istasyonda herkes hızlı adımlarla bir yere yetişmek için acele ediyordu.Havanın ne kadar soğuk olduğunu dışarıya çıktığımızda anladık.Geride bıraktığımız yerdeki sıcaklık derecesini dikkate alırsak bir günde yazdan kışa geçiş yapmış gibi hissediyorduk. Sokaklarda hararetli bir akşamüstü hareketliliği, henüz farkına varamadığımız halde bize çok yakın olan şehir merkezini sora sora iki sokak ötede bulduk.Yer yer bina edilmiş modern yapıların arasında bir-iki asırlık ömür biçtiğim taş ve tuğladan yapılmış yapılar ilk dikkatimi çeken şey oldu.Birçoğu mat renklerde geniş bir cadde boyunca sıralanıyorlardı.O cadde boyunca yürümeye koyulduk ki yağmur mu,yorgunluğumuz mu,arkadaşımın bitkin hali mi yoksa gördüğümüz ilk otelin tabelasında yazan bize cazip gelen fiyat mı bizi onun içine sürükledi anlayamadım.“The Britannia” oteli dışarıdan ihtişamlı görünen eski bir binaydı.İçeriye girdiğimizde resepsiyonda iki türk oda rezervasyonu yapmak için uğraş veriyorlardı.Doğrusu o günlerde şehirde otel odası bulmaya çalışan bir türk’e rastlamak o kadar da şaşılacak bir olay değildi.Telefon merkeziyle tam on dakika boyunca bir oda ayarlayabilmek için konuştum.Otel rezervasyonu konusunda İngilizlerin yoğurdu nasıl yediklerini öğrenmek için cebimizden biraz fazla para çıktı.Daha ucuzunu bulabilirdik.Bunu da itiraf etmeliyim.Yine de o kadar yolu geldikten sonra kuş tüyü de diyemeyeceğim yatağa kendimi attığımda huzuru satın almanın zevkini yaşıyordum.Arkadaşım açlığını unutup uykuya dalmışken gözüm duvarda üst üste asılı olan ve Belle Époque dönemi ingiliz kadınlarının resmedildiği iki tabloya takıldı.Otelin eski olduğu gerçeğinin üstü biraz tarihi hava katılarak kapatılabilirmiydi?Eski bir tahta masanın üzerindeki kırmızı cilt kapaklı şehir rehberine biraz göz gezdirdikten sonra kalktım ve giyindim.Karanlık şehre çökerken biz insanlarını ve lezzetlerini keşfetmek üzere dışarı çıkma kararı aldık.Otelin hemen önündeki yaya geçidinden karşıya geçerken yağmurun ısladığı şehir sokaklarından yansıyan araba ve otobüs ışıklarının yüzüme vurması beni rahatsız etti.Yağmur ve soğuğun buradaki insanların birlikte yaşamaya alışık oldukları iki unsur olduğu kesindi.Hiç de tipik Avrupalılara benzememelerine rağmen bu konuda bir fransız veya bir almandan asla geri kaldıkları söylenemez.Göğüs-bağır açık gezdiklerini görünce kanım dondu,içim üşüdü.Yolun karşısındaki tramvay durağının hemen arkasındaki ana meydan Piccadilly Gardens’tan hızlı adımlarla geçtiğimizde açlığımıza ilacın bu kadar yol geldikten sonra “Burger King” tarzı bir yiyecek olamayacağı ikimizin de ortak fikriydi.Şehrin mağazalarının kepenklerini indirmeye başladığı bir vakitte giysi dükkanları ile dolu dümdüz bir caddeyi sonuna kadar yürüdük.Sık aralıklarla gördüğümüz sokak sanatçıları ile randevumuzu ilerleyen günlere erteleyerek bize henüz yabancı olan şehir sokaklarını belleğimize kazımaya çalıştık.Eğer kaybolursak yolumuzu tekrar bulabilelim diye.Yollar beklediğim kadar temiz değildi.Telefonla evimize yaşam sinyali göndeririz umuduyla girdiğimiz bir telefon kulübesindeki sidik kokusu,sigara izmariti ve çöpler Londra’nın meşhur kırmızı telefon kulübelerinin önünde hatıra fotoğrafı çektiren bir cümle insanın hiç anlatmadığı bir gerçekti.Epey yürümemize rağmen bize ilginç gelebilecek ve o şöyle bir kenara dursun aç karnımızı doyurabileceğimiz birşeyler satan bir dükkan bulamamıştık.Loş ışıklı bir sokak arasındaki Fish & Chips satan dükkan ve hint kökenli sahibi ile doğunun döner lezzetini ta buralara ithal etmekte pek de başarılı olmuş gibi görülmeyen diğer bir mekan gözümüzü doldurmadı.Karanlık yüzünden şeklini tam olarak seçemediğim bir ortaçağ kilisesi ve şehrin içinden geçen kanalın üzerindeki eski bir köprü,şehrin ana merkezi ve çarşısı olduğuna karar verdiğimiz kare biçimindeki alanı turlayıp tekrar meydana çıktığımız noktaydı.Bir levha Roma İmparatorluğunun kuzeyde medeniyeti ni taşıdığı en uc nokta olan ve Keltler burayı genişletmeden evvel şehre adını veren antik askeri üs "Mamucium" kalesinin kalıntılarının bulunduğu yönü gösteriyordu.Malesef burayı gezme imkanını bulamadık.Artık açlıktan isyan edecek duruma gelmiştik ki iki saat önce yanından geçip burnumuzun dibinde olmasına rağmen farkedemediğimiz güzel ve temiz bir pizza restoranına kendimizi attık.Karışık taze baharat kokuları içinde büyük bir pizza ve bira.Artık güzel bir uyku için gerekli tüm şartlar oluşmuştu. 

Manchester'in ilk yerleşim bölgesi olan askeri üs:Mamucium
Geceden açık kalan televizyonun gürültüsüyle uyandım.Bu panik halinden nefret ederim. Manchester'da iki kadın polis memurunun el bombası ile öldürüldüğünü haber geçen sunucu ve zanlının eşgali gözümün içine girecekti neredeyse. Dünün yorgunluğunu üzerimden atmama rağmen yatağımdan kıpırdamadan bir saat kadar temcit pilavı gibi dört gün boyunca hep kendini tekrarlayacak olan aynı haberleri izledim durdum. Maça saatler vardı ve biz hem kahvaltılık birşeyler bulmak hem de nihayet şehri gündüz gözüyle görebilmek, insanlarının günlük meşgalalerine tanık olabilmek için dışarıya çıktık. Değişmeyen tek şey olan yağmurun refakatinde meydana indiğimizde günlük koşuşturmaca ve telaş içindeki ingilizleri ve onlara karışmış kimi hrıstiyan kimi müslüman farklı renkteki doğu halklarını gördük. Londra'ya hiç gitmedim. Ama bu sosyal fizyognominin farklı unsurlarını daha büyük bir ölçekte orada da görebileceğimi o anda aklımdan geçirdim. Yaşadıkları yerde yabancılık çekmedikleri her tavırlarından belli oluyordu. Entegre bir görüntü çiziyorlardı.Sırt çantalı lise öğrencileri,yaşlı emekliler ve orta yaşlı işçi sınıfına karışıp geniş ticari caddeden geçerek iki asırlık tarihi binaların büyük alışveriş merkezleriyle yan yana olduğu bir bölgeye geldik.Modern Futbol Müzesinin önünden, Hard Rock Cafe ve benzeri kafe ve kulüplerin bulunduğu üstü kapalı bir pasaja girdik. Şehrin gece hayatının kalbinin attığı sokağın tam ortasına düşmüştük. Bir bar’ın girişine levha olarak asılmış ve Haziran 1937’de söylediği “Terbiyenin sıkıcı olduğu bir dakikaya dahi inanmıyorum. Okuyan zümrenin bir dakika dahi çöp ve sansasyon hevesli haberler istediğine inanmıyorum. Bir gazete... misyonunu tamamlayabilmek için bilgilendirmeli, eğlendirmeli ve eğitmeli...” sözünün yıllar sonra çok uzaklardan gelen bir yabancıyı ne denli düşündüreceğini lord Kemsley adlı gazete editörü hiç düşünmüşmüydü acaba? Ne de söylediklerinin zamanın ne kadar ilerisinde ve bugün dahi güncel olduğunu tahmin edebilirdi.


Gecenin ilerleyen saatlerinde tekrar uğramak üzere o sokaktan ayrıldık.Eski yapıların önünden ilerleyip anlarımızı ölümsüzleştirirken bildiğin kılçıksız balık ve kızarmış patates'ten ibaret fish & chips’i denedik. Meydanda bulunan bir bahis merkezinde televizyonda izledikleri tazı yarışlarını heyecanla takip eden ingilizlerin kumara olan tutkusuna bizzat şahit olup dışarıya çıktık ki ne görelim.Sarı-kırmızı renk birden her yana hakim olmuştu.Avrupanın dört bir yanından gelen taraftar sürüleri meydanda birleşmiş ve polisin ısrarlı ve yakın takibinde her yanı tezahüratlarla inletiyorlardı. Buna rağmen sayıları,elindeki mikrofonla halkı hrıstiyanlığa davet eden ve uzun uzun İsa’nın insanlık uğruna çektiği çilelere ve kendini feda edişine vurgu yapan iki pastörün dikkatini dağıtmaya yetmemişti. Karınca gibi sağa sola koşuşturan insanlara aldırış etmiyorduk ki uzun caddeden sarı-kırmızı bir orduyu andıran bir taraftar grubu tezahüratlar eşliğinde yürüyüşünü meydanda sonlandırdı.Sloganlar,okunan bildiri ve az sayıda meşalenin yanması polisin tatlı dille taşkınlığı önleme çabaları sonuç verse de bu keşmekeş pastörlerin işini bozmak için yeterli olmuştu.İngilizlerin dinle aralarının pek de iyi olmadığını bilirim.Ama hrıstiyanlığın o ilk havarileri havasındaki bu hitabet uzmanlarının yaptıkları iş’te pek de başarılı olmadıkları onları dinleyen insanların sayısının azlığından belli oluyordu.“Pegasus kolonaları” ile dalgamızı geçip dilediğimizce gülerken henüz ingilizlerin futbola bakış açısını dün bildiğim halini o gün tecrübe edeceğim yeni şekliyle kıyaslama imkanım olmamıştı.Fakat otel'de kısa bir dinlenme molasının ardından sarı-kırmızı formalarımızı üzerimize geçirip ο efsane stad'a giden ilk taksiye bindiğimiz vakit o güne dek duyduklarıma göre kendimce oluşturduğum bir tabu yerle bir oldu.Kim demiş İngilizler soğuk insanlar diye?Gayet de kibar ve yardımsever insanlar.Aradığınız Akdeniz sıcaklığını belki bulamazsınız ama aklıma tanıma imkanı bulduğum kuzey Fransa’nın köylü tabakasından insanlar gelince yüzüne gülümseyerek dürüstçe konuşan ve az biraz espri yapmanın temel bilgilerine vakıf bir yabancı bulabilmek beni memnun etti.Adını hatırlamadığım taksici Korfu,Girit ve diğer bazı adalarda defalarca bulunmuştu.Yaklaşık yirmi dakikalık bir yolculuğun ardından efsane futbolcuların heykelleri tarihi Old Trafford stadının önünde bizi karşıladı.Futbol adına bu ortamın öğreteceği çok şey vardı.Yolu yukarı aşağı giden atlı polislerin kendinden emin havası alanda bekleyen ve az sayıda marur ingilizden daha çok olan türk taraftarın ayıyı ininde bastırma hevesini kaçırıyordu.


Stadın çevresini gezerken içeriye gireceğimiz kapının önündeki koridorda asırlık ingiliz devinin tarihinin devasa panolarla dönem dönem anlatılmış olması çok etkileyiciydi.Futbola aşık bir ülkenin gelecek nesillere aktarması gereken ne kadar köklü bir mirastı bu!Efsane üçlü, "The United Trinity",Best,Law ve Charlton yıllar önce bu stadın çimlerini eskitmişler,karşılığında tüm Manchesterlilerin sevgisini ve stadın önüne dikilen heykelleriyle ölümsüzlüğü ödül olarak kazanmışlardı.Tam karşılarında ise kulübe verdikleri hiçbir zaman unutulmayan sir Mutt Busby tek başına elinde bir futbol topuyla ve yüzündeki ılık ifadeyle sırıtır gibiydi.Derken zafer kazanmış ordu edasıyla stadın yanındaki köprüyü aşan taraftarımız girişin önüne vardı.İngiliz polisinin soğukkanlı yönlendirmesi ve bir nefes mesafedeki boylu atların uzaktan kumandalı oyuncaklar gibi kımıldamamış dahi olması asayişin temini konusunda şüpheye yer bırakmıyordu.İçeriye girdiğimizde o kadar heyecanlı ve mutluydum ki koklayarak sırt çantamda bomba ararken üzerine işeyen polis köpeğine küfretmek bile gelmiyordu içimden.Az sayıda merdiveni hızlı adımlarla çıktığımızda kıpkırmızı tribünleri ve geniş yeşil çim sahası ile “Düşler Sahnesi” önümüzdeydi.Sahayı çaprazdan gören tribünün sağına ve soluna bizim taraftarlar dolmaya başladı.Maçın başlama saatine kadar dinmeyen tezahüratlarla coşku bir dakika eksik olmadı. Giderek artan heyecanımın içinde tiyatro izler gibi maç izleme alışkanlığına sahip ingilizlerin nasıl bu kadar rahat olabildiklerini kendime sormadan edemedim.Bir de ilk düdük çalmadan üç dakika önce boş olan stadın hiç dolmayacağını sandım.Maçı mı unuttu bu ingilizler derken üç dakika içinde tribünlerde göz gezdirerek boş bir koltuk bulmaya çalışıyordum.Dakikliğin bu kadarına da pes doğrusu.Arabaların sol şeridi kullandığını,dümenlerinin sağda olduğunu önceden bildiğimden bunları hiç garipsememiştim.Fakat skor tabelasındaki saatin geriye doğru saydığını görünce ingilizlerin hayatlarının her detayında diğer avrupalılardan kaçmak,ayrılmak,kendi tarzlarını yaratmak ve böyle yaşamak için ciddi çaba sarfettiklerini düşündüm.Golü şanssız bir şekilde erken yememize rağmen coşku içinde aslanlar gibi savaşan bir Galatasaray ruhu vardı sahada.Sahayı rakibe dar eden,kendi evinde bile rahat ettirmeyen futbolumuz,sesi bir an olsun çıkmayan ingilizleri düşündürüyordu.Bir ara bir uğultu kalktı ki statta az olan tarafın biz olduğumuzu bana tekrardan hatırlattı.Ama o kadar.Tek bir ağızdan çıkarmışçasına göğe yükselen bir “Huuuu” sesi her yerde yankılandı.Son düdük çaldığında kopan alkış tufanı duyulmaya değerdi.Ön plana çıkan futbolun bir kavga ve şiddet nedeni olmaması gerektiği,bir oyundan ibaret olduğu gerçeğiydi.Şehre dönecek bir taksi bulmak için epey yürümek zorunda kaldık.Gece karanlığında bize aşina olmayan sokaklarda yürürken karşı yolda durmuş bekleyen bir taksiyi gördük ve koşarak içine atladık.Dolgun yanaklı,kırmızı yüzlü ve konuşmaya oldukça hevesli bir taksici Yunanistan'dan olduğumuzu öğrenince annesini görmüş gibi sevindi.Ekonomik kriz hakkındaki soruları futbol muhabbeti,ingilterede taksilerin çalışma statüsü ve taksicinin tatili için seçtiği yunan adaları izledi.Korfu,Girit yine tercihler arasındaydı.Sonraki gün Liverpool’u ziyaret edeceğimizi duyan taksici “Don’t go there.You’ll get a disease.” dediğinde bu iki şehir arasındaki “derin” sevgi bağlarıyla ilk kez tanışmış oldum.Arka planını pek araştırmamış olsam da aradaki bu husumette futbolun temel rol oynadığı kesindi.Manchesterliler takımlarını çok seviyorlardı ve yürekten sahip çıkan taraftarlardı.10 pound’luk ücreti ödeyip taksiden indiğimizde şehrin gece hayatına bir göz atmak için biraz iştahımız kalmıştı.Sabah keşfettiğimiz “barlar sokağı”na vardığımızda ingilizler eğlencenin fitilini yakmışlardı.Yol ortasında içkinin dozunu fazla kaçırıp aşırılıklar yapmayı çok sevdikleri her hallerinden belliydi.Önünde kalabalık bir kuyruk bulunan bir gece kulübüne girmeye karar verdiğimizde sırt çantamda taşıdığım forma ve flamanın bize engel olabileceğini hiç düşünmemiştim.Tepeden tırnağa bizi arayan kapı görevlisinden taraftar olduğumuzu gizleyemediğimiz an kendimizi tekrardan yolda bulduk.Yorgunluğa rağmen ısrarlı tavrımızla hemen karşıda bulunan bir diğer kulübün kapısından kim olduğumuzu farketmeyen zenci kapıcıdan habersiz içeriye girdik.Bunun için kapının önünden gelip geçen öğrencilere kanca takmaya çalışan yarı çıplak ingiliz kızlarının bize dil dökmesine gerek kalmadı.İçki kokan halı döşeli tabanı ile iki katlı gece kulübünde erken saatte bal kabağına dönüşecekmiş gibi hızlı hızlı eğlencenin doruklarına varan ingilizlere baktık durduk.Biralarımız bittiğinde ülkemizde o saatlerde başlayan eğlencenin zil zurna sarhoş eve dönen Manchsterliler için daha çabuk sonlandığının farkına vardık.Herşey hızla yaşanıyor ve bitiyordu.Soğuk hava ve boş sokaklarda esen rüzgardan şikayet ede ede elimizde bir pizza kutusu ile otelin yolunu tuttuk.


Liverpool 
Geç uyanmanın verdiği ağırlıkla toparlanmakta güçlük çeksek de otelimizin hemen altında,arka sokağa doğru giden köşesinde bir ağaç koğuğu kadar küçük bir yerde ekmek arası kaşerli ve domatesli sandviç satan dükkana iki gündür bileniyorduk.Gayet de lezzetli bir deneyimdi.Son yudumu alelacele yuttuktan sonra pahalı tren yolculuğuna karşı tercih edilen otobüsü alarak yaklaşık 45 dakika sürecek olan yolculuğumuza başladık.Durmadan yağan yağmuru izlerken bu ülkenin renklerine ve atmosferine ne kadar yakıştığını düşünüyordum.Şehrin çıkışında yaklaşık 20 metre uzunluğunda sivri çatısı göğe doğru yükselen,duvar kabartmaları ve demir kapısıyla ortaçağ'dan kalma bir şapel geçmiş zamana dönük çağrışımları tetikliyordu.Acaba hangi İngiliz kralı atlı şovalyeleri eşliğinde Manchester’a doğru giderken burada duraklayıp dua etmişti?Pek de düzgün döşenmemiş asfalt yolda ilerlerken solumuzda ve sağımızda tahta çitlerle çevrilmiş çiftliklerde yetiştirilen ingiliz atlarını gördük.Ne kadar kaslı ve kuvvetliydiler.15 Eylül 1830 sabahı dünya üzerindeki ilk raylı tren yolculuğunu yapan ingiliz işçiler acaba nasıl vakit geçirmişlerdi? Yaşları büyük de olsa eminim ki babasının aldığı ilk bisiklete binen çocuklar gibi şendiler. Manchester’dan aldıkları yünü Liverpool limanına geri taşırken zor şartlar altında eve götürdükleri ekmek mi yoksa dünyada tren yolculuğu yapan ilk insan olmanın verdiği duygu mu onları daha şanslı kılıyordu?Buna rağmen otobüsümüz istikametine vardığında dünya tarihinin seyrini değiştiren bu buluşun izlerini sürmekten çok adanın batısında yer alan bu şirin liman kentinin girişindeki üniversite binalarını seyretmeyi tercih ettim.Bize nazikçe meydana giden yolu tarif etmekle yetinmeyip bir de şehir haritası tedarik eden otogar görevlisi kadına teşekkür edip genişçe bir caddeye kadar yürüdük.Birden kendimizi antik yunan çağının o zarif yapılarının mimari uslubundan esinlenerek inşa edilmiş bir dizi modern müze ve galerinin bulunduğu bir meydanda bulduk.Tam ortasında büyükçe bir şadırvan ve hemen önünde büyük general Napolyon’a dünyayı dar eden ve ingilizlerin kahramanları olarak gördükleri kumandan Wellington adına yaptırılmış yüksek bir anıt bulunuyordu.Sağ tarafımızdaki Modern Art Gallery’yi ücretsiz gezme fırsatını kaçırmadık.Sanat’a olan ilgimize kuşku yoktu.Fakat ödevleri gereği o gün müzeyi ziyaret eden hepsi birbirinden güzel,muhtemelen Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencisi ingiliz kızlarını görünce içimizdeki sanat aşkı intihara teşebbüs etti.Cenneti Liverpool’da bulacağımızı bilsek çok daha önceden buraya ayak basmış olurduk.Kesin.Hızlı adımlarla müzeyi turladık ve bu kadar sanat yeter diyerek diğer müzelerin önünden her adımda kendini bize daha fazla sevdiren bu şehrin çarşısına kadar yürüdük.Çilli yüzleri,havuç rengindeki saçlarıyla bu şehrin insanları belli ki biraz farklı tel'den çalıyorladı.Liman kentlerinin temel özelliği olan,dört bir yönden insanların buraya gelmeleri ve kendi insanlarının dört bir yöne doğru yelken açmaları burada da değişmeyen bir faktördü.Bu dünyanın her yerinde aynıydı.Hareketli çarşısında gelip geçen bu tipik ingilizlere benzemeyen şehirlilerin "scouse" olarak bilinen değişik aksanına alışmaya çalışırken taze balık ve tuzlu su kokan şehrin arka sokaklarından çıkarak bundan tam 45 yıl önce dünya müzik tarihinin akışını değiştiren dört gencin ilk akorlarını bastıkları yeri düşünüyordum diğer taraftan.Elimde tuttuğum harita işimizi kolaylaştıracağı yerde bizi yönümüzden daha fazla saptırıyordu sanki.Geniş bir ticari caddeyi alaşağı ederken önümüze çıkan iki genç kızın bize tarif ettikleri yolun “Cavern Club”la hiçbir alakası olmadığını anladığımız anda belki bize “suya salmanın” zevkiyle hala kahkaha atıyorlardı.Neyse ki yolun üzerindeki bir kantinde bulunan bir genç kız ve erkekten aynı muameleyi görmedik ve biraz dinlendikten sonra küf ve balık kokan arka sokaklarda önce efsanevi “böceklerin” bir hayli pahalı hatıralık eşyalarının satıldığı dükkanı,az ileride de ilk kez sahne aldıkları “The Cavern Club”ı bulduk.Bir bodrum katında 24 saat kulakları patlatacak şiddette canlı müzik eşliğinde hediyelik eşya dolaplarının ve çeşmelerden akarcasına bardaklara dolan biranın arasında müziğe yeni bir ses ve moda getiren ve barış mesajını tüm dünyaya yayan bu zipidi gençler topluluğunun hatırası canlı tutuluyordu.


Dönüş yolunda bu şehrin koltuk altına “içindeki irlandalı” misali yerleşmiş olan müthiş bir irlanda pub’ına girmesek çatlardık.Deneyim yaşamaya değerdi.Aslına bakılırsa karşı kıyının insanlarıyla bu şehrin ilişkileri hiçbir zaman kesilmemişti.İngilizler irlandalıları sevmeseler de büyük ahşap kapının sürmesini açıp içeriye girdiğimizde kokladığım ağaç ve cila kokusu bana dostane bir ortama geldiğimi hissettirdi.Girişte oturan iki-üç çift,bar’da bira içen orta yaşlı bir adam ve dükkanın sahibi iki kadın ve arka tarafta birası önünde kitap okuyan bir genç kıza rağmen içeride ilginç bir sessizlik hakimdi.Bar’a oturduğumuzda denemek için bana sunulan tadını tarif etmekte zorlandığım ekşi bir birayı tiksinerek geri çevirdim ve önümdeki 24 çeşitten en hafif ve asitsiz olanını seçtim.Arkadaşım ise benim beğenmediğim birayı keyifle sonuna kadar içti.Mekanın sessizliğini ve çam koksunun burnumda yaptığı keskin etkiyi düşünerek burada erkenden içmeye başlayan bir müşteri o kafayla akşam evinin yolunu nasıl buldurabilir diye düşündüm.Giriş kapısında dalganan irlanda bayrağının altından geçip tekrar sokağa çıktığımızda bulutlu havanın yağmura dönmesinden korkuyorduk.


Fakat buraya kadar gelip de köklü mazisi,pomak inadına sahip hırçın futbolcuları ve avrupa futbolunun en ağır formalarından birine sahip olan bir diğer ingiliz devinin mabedi Anfiel Road’u görmeden dönmek düşünülemezdi.Mahalle diye tabir edebileceğim bir yere kurulmuş olan stadın önünde indiğimizde hayatının son sekiz yılının tüm tatillerini Girit adasında geçiren ve emekliliğinde adaya yerleşme hayalleri içindeki yaşlı taksiciyi oraya çeken şeyin ne olduğunu gerçekten merak ediyordum.İnsanlarının misafirperverliğini daha önce duymuştum.Yine de kötü niyetli düşünerek kendisine ikram edilen haşişlerin ve baş döndüren raki’nin verdiği haz’ı adadan vazgeçememesinin en temeli sebebi olarak görmek istiyordum.Günahını da almış olmayayım.Stat görevlisi stadın o gün ziyarete kapalı olduğunu söylediğinde üzüldük.Yine de oraya kadar varıp efsane maçların yaşandığı bu yapıyı görmek bizi tatmin etti.Şehre döndüğümüzde eskilerden bir hava taşıyan kraliyet binalarının süslediği ve ana caddeyi kesen sokaklardan birine doğru başımı çevirdiğim an denizi gördüm.Selanik’in rıhtıma inen yokuş aşağı caddelerini andıran bu yollarda şehrin ekonomik ve ticari nabzı atıyordu.Yoldaki insanların giyimi daha şık,arabaları daha bir pahalıydı.Borsa binası ve büyük şirket binalarının arasından denize doğru yaklaşırken bir otobüs durağında kitap okuyan bir kız ve pahalı saatini kontrol eden bir ingilize dikkatlice baktım.Merseyside’ın kalbinde,kral Albert’in inşa ettirip adını verdiği rıhtımdaki açıklığa indiğimizde sert esen rüzgar ensemizi traş edip geçiyordu.Bulanık sularının yarattığı akıntı yukarıya doğru uzayıp giderken demir bariyerlere yaslanıp körfezde demirli bir iki yük gemisine takıldım kaldım.Soğuğa daha fazla karşı koyamayıp Denizcilik müzesinin önünden yokuşu tekrar tırmanmaya başladığımızda varacağımız dik tepenin en yüksek noktasının ingilizlerin iddiasına göre Liverpool kalesinin ilk kurulduğu yer olduğundan haberimiz yoktu. Mevki,denizi kuşbakışı görüyordu.Kaleden geriye tek bir numune kalmamış olsa da yerine ve adalet sarayının hemen önüne kraliçe Victoria’nın büyük bir heykeli dikilmişti.İşlek caddede bir kahve molası verdik.Garip sesler çıkarmaya başlayan karnımızı biraz olsun susturabilmek için göz attığım tatlı menüsünde yazanları anlayabilmem için ingilizcemi biraz daha geliştirmem gerekiyordu.Lakin kek’e benzeyen tatlımın içindeki ilginç çerez ve baharat karışımının ne olduğunu anlayamamaktan fazla canımı beş on dakika sonra tadını hatırlamayacağım güzel birşeyi yemiş olmak sıkıyordu. Artık geri dönme vakti gelmişti.Başlangıç noktamız olan müzeler sokağına geri dönerken kraliyet binalarının önündeki yeşillikle dolu bahçenin çimlerine kendimi atıp güzel bir anı fotoğrafı çektirdim.Liverpool güzeldi ve hafızamda eşsiz anılar bırakacaktı.Manchester’a vardığımızda karanlık çökmüştü.Biraz dinlenip yorgunluk attıktan sonra biraz inat biraz da merakımız içimizde kalmasın diye dün gece bizi içeriye almayan gece kulübüne gidip doyasıya eğlenen ingilizlere takıldık.Öncesinde sokak arasında kurduğu 6 delikli bir kaleye atılan şutlardan geçimini sağlayan yaşlı ama kurnaz bir ingilizin kasasına cebimizdeki demir poundları boşaltarak topu deliklere sokmayı denedik.Bir yere kadar da bunda başarılı olduk.En azından aynısını deneyen ve her başarısızlığında suçu zavallı adama atmayı marifet bilen şımarık ingiliz gençleri gibi davranmıyorduk.Günün yorgunluğu dizlerime çökmüşken ilacı bulunmayan açlığımızı Burger King’te paketlettiğimiz ne olduğu belirsiz yiyecek yığınına emanet ettik ve bir iki yosmanın kapısında yarı çıplak beklediği kumarhaneden ziyade bir batakhaneyi andıran meydandaki dükkanın önünden geçerek otelimize geri döndük.


Son günümüzün saatleri hızla akıp giderken üç gündür karnımıza bayram ettirecek hiçbir tat ile tanışamamıştık.Piccadilly Gardens’in soğuk anıt taşlarında sigara içerken gözümüz “Bella Italia” isminde bir italyan restoranına takıldı.Arkadaşımın İtalya sevgisi,biraz da yiyecek adam akıllı bişeyler bulabileceğimize inanmış halde ilerleyen saatlerde geri dönmek üzere kısa bir çarşı turuna çıktık.Şehrin birçoğu lüks mağaza ve dükkanlarındaki fiyatlar ateş pahasıydı.Genel anlamda bu ülkenin gerek yiyecek gerekse giyim konusunda oldukça pahalı olduğunu söylemek mümkün.Gezmekten artık sıkılmıştık.Yine tek kuruş ücret ödemeden gezdiğimiz Milli Futbol Müzesinde etrafı kalın siyah iplerle örülmüş bir torbaya benezeyen meşin yuvarlağa bakarken,ilk halinden günümüze kadar ne kadar değiştiğini,yine de bir buçuk asırdan beri peşinde koşan insanlara verdiği zevkin nasıl aynı kaldığını düşündüm.Yanında futbolun ilk kurallarının yazılı olduğu bir kitap vardı.Futbol tarihinin efsane oyuncuları,hakemliğin ilk kuralları,milli takım formaları ve daha bir sürü görülmeye değer sergiyi gezerken vakit nasıl geçmiş anlamadık.İşlek ticari caddenin ortasında oturmuş dinlenirken elimdeki çikolatadan birazını sevimli,küçük,sarışın bir ingiliz çocuğuna verdim.Gülümsemesi herşeye değerdi.Biraz da annesinin zorlamasıyla utanarak teşekkür etti.“Bella İtalia”nın fırından taze çıkmış sebzeli makarnası ve bir bardak beyaz şarap,Akdeniz mutfağının geldiğimiz kuzeyin bu soğuk ilindeki yemeklere ne kadar büyük bir lezzet farkı attığının ispatı oldu.Akşamüştü sokaklar boştu.Sonraki gün uçağımızı alıp evimize geri dönmeden önce şehrin nemli yollarını son kez adımladık.Meydanın diğer köşesinde çalan saksafondan çıkan Pembe Panter filminin müziği daha önce hiç kulağıma bu kadar hoş gelmemişti.Cebime sıkışan birkaç bozuk parayı kutusuna attığımda yaşlı sokak sanatçısı sevinçten dört köşe oldu ve şarkıyı tekrar çaldı.Az ileride elindeki elektro gitarından etkileyici funk nameler çıkaran zenci etrafındaki bir grup genci cezbetmeyi başarmıştı.Belki de sadece soğuktan dans ederek biraz ısınmaktı niyetleri.En az bu müzisyenler kadar başarılı bir genci de sabah gitarına bir darbukaya vurur gibi sesler çıkarırken ilgiyle izlemiştik.Her büyük kentte olduğu gibi burada da sokağa renk katmak ve geçimlerini sağlamak için çaba gösteren bu hünerli eller herkes tarafından saygı görüyordu.Tarihi havasıyla Wellington's Inn'de hayatımda ilk kez tattığım elmalı birayı yudumlarken soğuğa aldırış etmeden ayakta bira içen ingilizler hararetli bir tartışma içindeydiler.Gecenin ayazı buz gibi biranın keyfini yarıda kesti.Manchester'da son gecemiz artık bitmişti. Valizlerimizi toplayıp resepsiyondaki çinli kıza son kez “Goodbye” derken kalabalık meydanda sabah kahvemizi içip günlük kargaşanın içinde koşuşturan ingilizleri son kez izledik.Ayrılırken Avrupa demeye dilimin varmadığı bu kara parçasının insanlarının ulaştıkları yüksek refah seviyesi aklımda kalanlardandı.Sanılanın aksine gayet kibar,dostane olmasa da insancıl yaklaşımlarıyla hiçbir kusurda bulunmamışlardı.Uzak diyarlardan gelen bir yabancı için bu da yeterli sayılmalıydı.


Uçakta son kez aşağıya baktığımda belki buraya bir daha zor gelirim diye düşündüm.Ama Amsterdam'a vardığımızda yaşadıklarımızın önemli tecrübeler olarak tüm hayatımız boyunca bizimle kalacağı düşüncesi beni nostaljik havadan koparıp aldı.Mexico City’de çalışan Hong-Kong’lu bir çinlinin her ay iş için 30 saat uçak yolculuğu ile dünyanın bir ucundan öbür ucuna gittiğini öğrendiğimde Allah kolaylık versin dedim.Bilmem anladı mı?Dönüşte bütün bu yolculuğun üstüne görüp gezdiğim yerlerin yanında uzaktan görünmeye başlayan doğup büyüdüğüm şehrin gözüme okyanusta bir damla gibi gözükmesi doğalmıydı? Yine de hiç o kadar uzağa gitmemiş,kuzeyin soğuk cisimli insanları ile konuşmamış,nasıl yaşadıklarına şahit olmamış kadar iştahlı ve yeniden başlıyor,yeni ufukları şimdiden arıyor gibiydim.