İlk satırlar kağıda döküldüğünde renklerle dolu o doyumsuz seyahatin her karesi tüm canlılığı ile aklımdaydı. Yine de ne hatırlasam,ilk nereden başlasam bilemedim.Tek bildiğim kendi “Shire”ını geride bırakıp yeniden yola revan olan bir Frodo Baggins edasıyla şehrimi terk ederken geride kalanlar için iyi temennilerde bulunduğumdur. Sonra dikkat ettim bir de, katettiğim her karış mesafe bir kalp atışıma denk geliyordu. Hayatın anlamını da buralarda bir yerlerde aramak lazım gelir diye düşündüm. Bir gün dönmen gerektiğini düşünmeden her kalp atışında biraz daha ileriye doğru “gitmek”. Tik-tak,tik-tak. Kesinlikle, benim için hayat bu demekti. Kalıp tekrar kök salma isteği uyanıncaya kadar, o fırtına senin, bu rüzgar benim diyerek savrulmanın sarhoşluğuna kendini bırakmak. Demir atıp sığınacak bir liman ihtiyacı hasıl olana kadar yeterince görmek ve gördüklerinle büyümek. Yaşam, gördüm, bildim ve anladım diyene kadar durmamakla eşitti gözümde.

Aslına bakılırsa kış karının ve ayazın dövdüğü, kuzeyin o soğuk ülkesine doğru adımlarımı atarken hayalimde dinmek bilmeyen yağmurların doyurduğu yeşil vadiler,güldür güldür çağlayan -o medeniyet şehirlerinin damarları- ırmaklar, pamuk tarlası bulutlar ve gündüz vakti gece karanlığını yaşatacak sıklıktaki ağaçlarıyla ucsuz bucaksız kara ormanlar vardı. Romalıların elde kılıç-kalkan tedirgin bir hissiyat içinde ayak bastıkları ve bu varlığı hoş karşılamayan Kelt ve Germen kabilelerinin ellerinde baltalarla onlara saldırdıkları sık ağaç dizeleri. Biraz daha ihtişam ve güç için insan kanı akıtmak,elin toprağına ayak basmak.Dizginlenemez bir hırsın alemin her karış toprağında kendini gösteren hali.Adına savaş derler.

Selanik’te gün batarken yolculukta bana eşlik eden yaşlı teyzemle hayat dersleri üzerine koyu bir söyleşiye dalmıştık. Dil bilmeden senelerce gelip gittiği bu yollar yüzünün çizgileri olmuş, çok otoban, çok havaalanı tozu yutmuştu dediğine göre. İyi de bir yol arkadaşıydı bu bakımdan. Muhabbetine doyum olmuyordu. En iyi bildiği konudan, gurbetten dert yanıyordu.İçine işleyen acılarından, özlemlerinden, zorluklarından bahsediyordu. İnsanların vefasızlığından dem vuruyordu. Öylesine işte. Uzun bir süre hasret kalacağım ülkemin bilindik tattaki kahvesini yudumlarken uçuş saatinin yaklaştığını haber veren gecenin yavaşça çöktüğü, kıpkırmızı Selanik ufuklarına dalıp gitmişim. Telaşla yolunu arayan kalabalığın gürültüsüne kulaklarımı tıkamış, yükümden arınmış, varacağım yerde havanın umduğumdan daha iyi olmasını diliyordum. Neredeyse tüm yılın kış tonlarında yaşandığı bu soğuk coğrafyayı, güneşin yeşil ovaları beslediği, renkli çiçeklerin açtığı, yemyeşil yapraklarıyla ağaçların bahar şenliğine eşlik ettiği bir dönemde ziyaret etmesem de yazın son tertiplerini düzenlediği bir zaman diliminde keşfetmek ve yaşamak arzusundaydım. Merakım ve beklentim bu yöndeydi. Koltuğuma yaslanıp emniyet kemerimi bağladım ve uçağın kalkış için hızlanacağı o anı, bin kez yaşasam bir daha isteyeceğim o heyecan verici deneyimi beklemeye koyuldum. Annesinin kucağında -açlıktan mı korkudan mı bilinmez- tıksırıncaya dek ağlayan bir evlat vardı.Tüm uçağı ayağa kaldırdı. Sinirlenip homurdananlar oldu. İnsanlarda sabır denilen erdemden çok az kalmış diye düşünmeden edemedim. Tüy gibi bir havalanmışık ki, karanlık çökerken üzerinde uçtuğumuz bulutlardan alçalarak yer küreye iniş yaptığımızı son anda farkettim. Camdan koyu bir bulut perdesinin kapladığı ufku seyrederken yine 13 yıl önce Fransa yolu üzerinde durakladığım bu kadim şehre yeniden “Merhaba” demenin mutluluğunu yaşıyordum. Bu kez durak değil, varış noktası olan bu yerleşimi ve insanlarını tanımak, sırlarını tek tek açığa vurarak hafıza haneme yazmak için oradaydım. Onun bundan haberi yoktu tabi.


Münih
Cümle alemin insan mozaiğini önüme katmış yürüyorken,bavul toplama telaşı ve çevremde sağa sola koşuşturan kalabalık arasında bastığım toprağın kokusuna alışmaya çalışıyordum.Derken önce teyzemin bizi havaalanından alma zahmetini gösteren torunuyla buluştuk.Onun hemen ardından bize sürpriz yapmak için iki saatlik yolu tepen diğer torununu sevgi ve özlemle kucakladık.Yaz tatilinden kısa bir süre sonra onlarla yeniden kavuşmak sevindiriciydi.Arabaya bindik ve ip gibi uzun bir otoban üzerinden karanlığın çöktüğü Bavyera başkentine doğru yola koyulduk.Geniş caddeler ve sık aralıklarla inşa edilmiş yapılar arasından blok apartmanların yer aldığı site tarzı bir mahalleye geldik. Kalacağım ev şehir merkezine pek de uzak olmayan bir dış banliyöde bulunuyordu.Çok seneler önce memleketimizi terkeden ve burayı kendilerine vatan edinen yakın ev komşusu ve aile dostumuz,sıcakkanlı ve misafirperver bir aileye konuk olacaktım.Selamlaşma faslı, odama yerleşme, memleketten anılar ve biraz da acıkan karnımızı doyurma ihtiyacı derken teyzemin benden yaşça daha genç torunları ile plan yapmaya koyulduk.Münih'e ayak bastığım günün ertesi sabahı, almanların dünyaca ünlü bira festivali olan ve her yıl milyonlarca yerli ve yabancı turisti bu tarihi kente çeken Oktoberfest’in (Ekim festivali) açılış töreni vardı. Böyle bir fırsatı elden kaçırmak olmazdı.Öyleydi öyle olmasına da kurulacak olan 14 devasa bira çadırındaki sınırsız köpüklü bira ve yemeklerin tadına bakabilmek için o çadırlardan birine girmemiz gerekiyordu.Bunun da tek yolu gece uykumuzun büyük bölümünü feda ederek erken saatlerde uyanmaktı.Açıkçası bu fikire kimsenin hayır da diyesi yoktu.Vakit kaybetmeden güne dinç bir şekilde uyanabilmek için hemen başımızı yastığa koyduk.Münih'te ilk gecemdi.

Bundan tam 203 yıl önce, Sakson-Hildburghausen-Altenburg prensesi ve sonradan Bavyera kraliçesi olan Therese’yi kendine eş olarak seçen ve kutlu düğününü taçlandırmak için tüm Münih halkını kale kapılarının dışındaki geniş alana davet eden I.Ludwig, diğer adıyla 1832’de Yunanistan kralı olan Otto, tertip ettiği eğlence ve at yarışlarının geleneksel bir hal alarak nesiller boyu sürecek bir festivale dönüşeceğini nereden bilebilirdi ki? Eğlence ve at yarışlarının düzenlendiği alan yeni kraliçeye atıfta bulunularak Theresienwiese, Theresie’nin çayırı ismini aldı. Kutlamaların takvimi değiştirilerek,başlangıç tarihi, daha iyi hava koşullarının sağlanması adına Ekim ayından Eylül ayına alındı.

1810'da I.Ludwig ve Teresa'nın düğünleri şerefine Münih kentinin dışında düzenlenen at yarışları Oktoberfest'in atası sayılmaktadır.Heinrich Adam'ın tablosu 1823'te düzenlenen at yarışlarını resmetmektedir.   
Sabahın kör bir vaktinde,Münih metrosunda bizi alıp eğlence yumağının kucağına bırakacak olan bir sonraki hattı beklerken bunların hangisi aklımdaydı ki doğrusu? Uykusunu tam alamamış ve kan çanağına dönmüş gözlerimi açık tutabilen tek şey Münih’in kuru soğuğu ve buz estiren rüzgarı idi.Diz boyu uzayan bir çeşit deri pantolon olan geleneksel lederhosen,Baveyralı kadınlara özgü bir elbisesi olan dirndl giymiş bir avuç alman genci de bizimle birlikte duraktaydılar.Metronun yaklaştığını müjdeleyen siren sesine kadar sayıları dakikalar içinde hızla çoğaldı.Tıka basa dolu olan metronun içinde ise nasıl bir atraksiyonla karşı karşıya olduğumu daha iyi idrak ettim ve bunun ilk ibarelerini gördüm.Her durakta çığ gibi büyüyen, yerel Bavyera kıyafetleri giymiş alman gençleri,ellerindeki biralarla gününü gün etmek,festivalin tadını çıkarmak için yola koyulmuşlardı. Sarışın,esmer,çeşitli ten ve saç renginde Bavyera gençleri,çoğunluğu japon turistlerden oluşan yabancılar, bu ilgi çekici geleneği yaşatmak ve eğlenmek için öyle iştahlıydılar ki.Festival alanının bulunduğu durakta indik ve merdivenlerden alana doğru yönelen insan selini güçlükle atabildiğimiz adımlarla takip ettik.Mavi,yeşil,kırmızı renkteki kareli gömlekleri,koyu veya açık kahverengi renkte,türk güreşçilerin giydiği deri kispeti andıran desenli pantolonlarıyla erkekleri,diz boyu etekleri,seksi göğüs dekolteleri ve belikli örgülü saçlarıyla alman kızları etrafımızda karınca gibi sıklaşmaya başladılar. Gece yağan yağmurun ıslattığı renkli sokaklarıyla tahta bira çadırlarının günler öncesinden kurulduğu festival alanı Wiesn’e gelmiştik.İlk amacımız aceleyle günümüzü geçireceğimiz festival çadırını ve bizi onun önünde bekleyen Ulrich,Mark,Sebastian adında bazı alman gençlerini bulmaktı. Alan giderek kalabalık bir hal alıyor,gece sessizliği yerini ayak seslerinin yoğunluğuna ve gülüşmelere bırakıyordu. 19. yüzyıl’da, Bavyera’nın güç ve ihtişamını simgelemek amacıyla yüksek bir mevkiye yaptırılan aslanlı kadın heykelinin önünde, yapısı itibarı ile dışarıdan bakıldığında Alplere özgü ahşap dağ evleri olan şalelerin benzeri ahşap bir çadırın önüne geldik. Schützenfestzelt,nişancıların festival çadırı, 4.000 kişiyi aşan kapasitesiyle bugünkü adresimizdi.



Önümüzde yaklaşık 100 metreyi bulan bir kuyruk oluşmuştu ve henüz saat sabahın 6’sı bile değildi. Gün ağarmamıştı ve ben, bir taraftan ısınmak için çaba gösteriyor bir taraftan da ara ara seyrelen bulutların arasından Bavyera gökyüzünde inci gibi parlayan ay’ı seyrediyordum. Kapıların açılacağı anı beklerken yanlarında getirdikleri bira kasalarıyla içki tüketimine erkenden başlayan almanların ufak tefek taşkınlıklarına güvenlik anında müdahele ediyordu. Güneş bulutların arkasından ürkekçe kendini göstermeye başladığında arkamızdaki kuyruk 2 kilometreye kadar uzamıştı. Alman çocuklarla sohbete koyuldum. Almanların denildiği kadar soğuk bir millet olduğu bir gerçek lakin ilerleyen bölümlerde bunun sebeplerine ayrıca değineceğiz. Vakit bolca muhabbetle geldi geçti.Beklemekten başka çare de yoktu.
Çadırın önüne gerilmiş olan güvenlik şeridi açıldığında önümüzde ve arkamızda sabırla bekleyen insan seli ilk giriş kapısına yığıldı.Ön sıralarda olmamıza rağmen birbirini iten insanların arasında konserve kutusuna sıkışmış balıklar gibi kalakaldık.Nihayet kapının açılması gecikmedi ve çadırın ana girişine kadar olan mesafeyi küçük adımlarla yarım saatlik bir sürede yürüdük.Bira çadırının içerisine girmeyi ilk başaranlardan olmamıza rağmen boş masalarda kapılacak bir kişilik yerin dahi önemi büyüktü.Bunu başarmak için sağa sola kaçışan almanlarla çarpışmak kaçınılmazdı.Bir köşede,sahneyi kenardan gören bir masayı tutmayı başardık neyse ki.Bu bizim için büyük bir şanstı.Çünkü çadıra girmeyi başaranların yarısından fazlası günü ayakta geçirmeye mecbur kalacaktı.Bu genişçe yapının merkezi rezervasyon yaptırmamış olan ziyaretçiler için ayrılmıştı, çevresinde ise önceden yer ayırtmış olan kişilerin masaları mevcuttu ki bunlara oturmak yasaktı.Resmi prosedür henüz bira servisine imkan vermiyordu. Atların çektiği arabalarla festival alanına giriş yapacak olan Münih'in belli başlı önde gelen bira üretim evleri halkı selamlayacak,binlerce insanın içine sığdığı ana çadıra geleceklerdi.Burada saat 12'yi vurduğunda, Μünih’in belediye başkanı, sabırsızlıkla bekleyen tüm ziyaretçi ve halis muhlis yedi nesildir Bavyeralı neferlerin önünde bira fıçısına tokmağı çakacaktı.Akan mayalı ve köpüklü biradan buzlu bir bardak dolduracak,havaya kaldıracak ve «Prost!» diye seslenip şehrin misafirlerinin şerefine içecekti.Malesef bu etkinliğe sahit olma şansına sahip değildik.


O vakite kadar açlığımızı yatıştırmanın yollarını arıyorduk. Almanların geleneksel ekmeği brezel ve bir bardak Coca-Cola ile yetinmek şimdilik makul bir tercih olarak görünüyordu. Bu arada yaklaşık 1 yıl önce ülkemizdeki krize kurban verdiğim ve yeni bir hayat peşinde bu yabancı diyara çalışmak için gelerek yerleşen çocukluk arkadaşımı büyük bir heyecan ve özlemle karşıladım. O da bize katıldı. Söz eskilerden ve memleket hallerinden aldı yürüdü. O dakikalarda Almanların eğlence dendiğinde ne anladıkları konusunda ilk izlenimlerimi edinmeye başladım. Oturduğumuz masa üzerine vakit öldürmek üzere atılan iskambil kağıtları, meşrubat ve hardal eşliğinde afiyetle mideye indirilen Avusturya ve Bavyera'ya özgü sosis Weisswurst. Geçmişine bu kadar bağlı ve sadık bir ırk! Bunu her adımda biraz daha fazla fark etmeye başlamıştım. O esnada çadırın arka kısmında bulunan geniş mutfaktan güzel kokular gelmeye başlamıştı. Her çeşit domuz ve tavuk eti, salata, tava’da sote edilmiş veya fırınlanmış sebze ve pişmiş yemekler masalara servis ediliyordu. Böylesi bir bayram gününde amaç da yiyip içmek, hoş vakit geçirmek dışında birşey olamazdı. Arkamızdaki masalarda yaşları yetmişi geçen bir masa dolusu Bavyera soylusu yaşlı alman büyük bir nezaketle yemeklerini yiyorlar ve biralarını tokuşturduktan sonra iştahlıca içiyorlardı. Özenli bir şekilde süslenmiş çadırın her bir tarafı gökkuşağı renklerine bezenmişti. Hınca hınç içini dolduran insanlar da giysileri ve tavırlarıyla aynı ölçüde bir renklilik sergiliyorlardı. Çadırın merkezinde bulunan sahnenin üzerindeki orkestra geleneksel Bavyera müziklerini çalmaya başladığında karınları doyan almanlar bira için sabırsızlanmaya başladılar. Herkes masaların üzerine çıktı ve orkestra müziği kesti.

Çadırın giriş kapısından giren bandonun askeri marşlara benzeyen müziği duyulmaya başladı. Aynı anda, tüm almanlar hararetli bir şekilde ellerini birbirine vurmaya, ayaklarıyla masaların üzerine marş-marş ritminde adımlarla ritmik sesler çıkarmaya başladılar. Bando müziğine tutulan tempo ve genel ortam askeri çağrışımlar sergiliyordu. Yanımda bulunan ve ekseriyetle Alman arkadaşları olan bir türk arkadaşım: «Ne bekliyorsun, Hitlerin çocukları değil mi...» dediğinde o kadar da uzun boylu olmasa da çadırın etrafını turlayan bando ve müzisyenlerinin tam bir disiplin ve şefin el kol hareetleriyle müziğe yön vermeleri...askeri bir geçmişin günümüze tezahürü gibiydi. Bandonun ritmik melodileri içerideki havayı daha bir ateşlemişti.Aynı olağanüstü disiplin ve tertiple çadırı terkeden müzisyenler grubunun ardından, şimdi sahneye orta yaşlı bir alman sunucu çıkmış ve elindeki mikrofonla geri sayımı yapmaya hazırlanıyordu. Saat tam 12’yi gösterdiğinde 10’dan geriye doğru saymaya başladı ve büyük bir alkış tufanının ardından, o an çadırın içinde karınca sürüsü gibi kaçışan garsonların ellerinde sayıları bazen 10 bazen de 12’yi bulan büyük bira bardaklarını büyük bir rahatlıkla kaldırıp göğüsleri boyunca kaldırarak masalara taşıdıklarını gördüm. Eğlence başlamıştı!Kırmızı yanaklı şişman alman aşçıları büyük tahta tepsiler üzerinde her et düzeni yiyecekler, taze sebze ve salatalıkları şenliğin başladığı dar koridorlardan taşıyıp konuklara servis ediyorlardı.Renk cümbüşü süslemeleriyle çadırdaki ambiyansı ellerindeki sepetlerle brezel ve hediyelik eşya satan belikli örgülü sarı saçlarıyla güzel alman kızları tamamlıyordu.







Geleneksel Bavyera folk müziği ile dönüşümlü olarak eski-yeni popüler yabancı şarkılar eşliğinde dans eden kalabalık halinden memnun görünüyordu. Bizim içinse, litrelik Löwenbrau biralarımızı havaya kaldırarak yüksek sesle «Prost!» demenin vakti gelmişti. Şimdi eğlence rayına girmişti işte... Saatler birbiri ardına devirdiğimiz soğuk biralar ve belirli aralıklarla kesintiye uğrasa da devamlı olarak çalan müziğin ritmlerinde geldi geçti. Bir ara acıktığımızı farkedebildik neyse...Sipariş ettiğimiz spätzle, un,tuz ve yumurta’dan yapılan makarna türü hamurun tavada taze soğan ve kaşerle sotelenmiş haliydi. O saatte açlığımı gidermekten başka düşüncem olmasa da oldukça lezzetli olduğuna da söylemeyeliyim.


3 litre bira yeteri kadar başımı sallamaya yetmişti. İnsan rezilliği ve tarif etmeye yüzümün el vermediği tuvalete gidip gelme nöbetleri de cabası. Bu sayede çadırın içini de gezme fırsatı bulmuştum. Herkeste kafa öylesine kıyaktı ki...Bu esnada masamıza bir grup kız gelmiş, alman arkadaşlarla koyu bir muhabbete koyulmuşlardı. Kalabalığın giderek artmasından artık güçlükle nefes aldığımız bir anda dışarıya çıkma kararı aldık. İlk gün için bu kadar eğlence yeterliydi.

İnsanların içinden sıyrılıp kendimizi aslanlı Bavyera heykelinin eteğindeki merdivenlere nasıl attık bilmiyorum. Burası tüm Wiesn’i tepeden gören bir manzaraya sahipti. Uzun saatler kapalı bir ortamda olmanın verdiği boğulma hissi temiz havanın etkisiyle birden kendini bir ferahlığa bıraktı. Bir tuvalet molası daha verdikten sonra nihayet kendime gelebildim. Etraf içkinin etkisiyle kendini kaybetmiş, boylu boyunca çimlere uzanmış, buz gibi soğuk havaya rağmen üstü çıplak gezinen insanlarla doluydu. Dakika başı baygınlık geçiren veya alkol komasına giren insanları toparlamaya gelen ambulansların siren sesleri, devriye gezen emniyet güçlerinin olası kargaşalar için tetikte bekler hali, alkolden önünü görmeyen ve ayakları birbirine dolaşan almanlar...Herşey öylesine iç içe geçmişti ki insanın kafası allak bullak oluyordu. O vakit feci bir şeker eksikliği hissettim. Tatlı bişeyler yemem gerekiyordu. Neyse ki, festival alanında bulunan sayısız seyyar büfe geniş bir seçenek ağı sunuyordu. Şekerle kavrulmuş badem, çilek, çikolata gibi her çeşit tadın üzerine dökülerek dondurulduğu saplı muz şekerleri, seçenek boldu. Bunların arasından tercihim çikolatalı muz oldu ve bundan pişmanlık duydum diyemem.



Münih’te güneş batarken gece karanlığı caddeleri eğlencenin dorukta olduğu bir noktada gelip sarmalıyordu. Trafik ışıklarını takip ederek bir sürü yaya geçidini geçtik. Tek istediğim hızlı bir biçimde, karanlık tam çökmeden metroya yetişip şişen ayak tabanlarımı evde dinlendirmek, geldiğimden beri hiç görmediğim Ömer abimle hasret gidermekti. Böylesine hareketli bir günü geride bırakmış olmanın rahatlığı diğer yandan da güzel geçmiş olmasının mutluluğu vardı içimde. Zil zurna sarhoş yerli almanların ve yabancı turistlerin kahkahaları her tarafı inletiyordu. Artık bu tip aktiviteler için biraz yaşlanıyordum sanki...Artık konuşmaya dahi mecalimin kalmadığını anlayana kadar Ömer abiyle uzunca muhabbet ettik. Karnımı doyurup seyahatimin bir sonraki gününün bana getireceklerinin heyecanı ile kendimi yatağa attım.Ne gündü ama...