O sabah güneş tüm ışınlarını odamın göbeğine gönderiyordu.Öylesine ışıltılı bir günde gözümü açmamak için direnmemin bir anlamı yoktu.Almanya gibi bir ülkede hele yılın bu zamanlarında böyle güzel bir havayı yakalamak için bol keseden şansa sahip olmak gerekiyordu.Ben ise o şans ile bu ülkeye ayak bastığımın farkındaydım.Geldiğimden bu yana bu kış ülkesinin tipik özelliği olan yağmurlu ve soğuk hava henüz ortalarda görünmüyordu.Tatilde olmama rağmen erken uyanmanın verdiği şehvetle,her sabah alışkanlık haline getirdiğim pencere önünden ufuktaki yeşil ormanı seyretme seansını tekrarladım.Büyük bir zevkti bu.İnsanın kendini doğal ortamlarda hürriyet ve mutluluğa daha yakın hissettiği benim için tartışma götürmeyen bir gerçek olmuştur hep.Yaşlı teyzemin ballandıra ballandıra anlattığı anılarında, Herzogenaurach’ın hemen dışında yer alan bu doğal yaşam alanı ormanlıklardan bahar aylarında baş gösteren tavşanlar,geyikler ve ceylanlar vardı.Dediğine göre etraftaki tarla ve yoncalıklarda otlayıp dolaşan bu sevimli yaratıkları neredeyse kasaba içine yakın bir mesafeden görmek mümkünmüş.Şirin bir görüntü olsa gerek.Doğal bir hayvanat bahçesi.O gün de teyzemin hazırladığı nefis kahvaltılıkları tatmadan yola çıkmadım. Sağolsun.Samimi ve içten bir dost olan yol arkadaşımla arabamıza bindiğimizde bugünkü istikametimizin daha önceden hayalimde canlandırdığım görüntüye ne kadar yakın olup olmayacağını düşünüyordum.Herzogenaurach’ı arkamızda bırakırken bir yandan teknolojinin imkanlarından yararlanarak yolumuzu bulmaya diğer yandan da Bavyera taşra yolunun üzerinde kalbinden geçtiğimiz onlarca köy ve yerleşime göz gezdiriyordum.Otoban üzerinde yer alan köyler oldukça bakımlı ve gelişmiş yerleşimlerdi.Sık aralıklarla kurulmuş köy ve kasabaları teker teker sayarken şehirlerin arka planına inmenin,kırsal kesimin de nabzını yakalamanın önemini anladığımdan kendimi şanslı sayıyordum.Samanlık olarak kullanılan büyük anbarlar,domuz kokan ahırlar,zirai araçlar ve düzenli,bahçeli evler.Köy yollarında fazla insan görünmüyordu.Çalışan çiftçilere de rastlamadım.Kimbilir,belki de iş mevsimi değildi.Bir ara tadilat dolayısıyla bir bölümü kapalı olan otobandan çıkarak yan köylere saptık.Önceden geçtiğimiz yerlere göre daha küçük ve daha pis kokan kasabalar çıktı önümüze.Acaba yolumuzdan mı saptık,kaybolduk mu telaşına kapılsak da yılan gibi kıvrılan dar taşra yolunu geçerek tekrar otobanın açık olan kısmına çıktık.Hızla ilerlerken uzun mu uzun asfalt yolun bittiği yerde,çölün ortasında bir serap misali etrafı kulelerle desteklenen,surlarla çevrili bir ortaçağ tahkimatının,çok eski devirlere ait bir kalenin belirdiğini gördüm.


Rothenburg ob der Tauber
“Tauber nehrinin üzerinde ki kırmızı kale” ismini Tauber ırmağının üzerindeki bir yaylada kurulmuş olmasından ve evlerinin çatılarında ki karakteristik kırmızı(rot) renkten alan Rothenburg ob der Tauber.Yerleşim 1070 senesinde Tauber nehrinin üzerindeki dağın yamacına bir kalenin inşa edilmesiyle kurulmuş.Nehre ve ovaya hakim bir mevkide yer alan Rothenburg’un çevresi kalın sur duvarıyla tahkim edilmiş.Surların birçok giriş kapısı var.Bunlardan bazıları ana giriş kapıları,bazıları ise kale içi şehre götüren küçük yan girişler.Arabamızı geniş bir otoparka bıraktık ve kasabanın ana giriş kapısından içeriye girdik.Rothenburg’un kale duvarının çevresinde yüksekliği 50-60 metreyi bulan taşla örülmüş büyük kuleler var.
Geniş tahkimatın dışında şehrin merkezinde her biri ayrı kale duvarlarıyla diğerinden ayrılan iç kaleler bulunuyor. Bunlar ana kalenin dış cephesine içeriden kapılarla bağlanıyor. Ana kapıdan ilk iç tahkimata kadar geleneksel iki katlı ve rengarenk boyanmış yapıların bulunduğu geniş bir cadde var.Bu yolu baştan başa yürürken yolda bir kahve molası vermeyi ihmal etmedik.Bu şehrin renkleri göz kamaştırcıydı.Güneş tarihi kasabanın üzerine öylesine çökmüştü ki,ışık her biri birbirinden renkli ve mor,penbe,kırmızı,sarı,aklınızın aldığı her renkte çiçeklerle bezenmiş kırmızı çatılı evlerin üzerinde dans ediyor,şehri bir örümcek ağı misali kesen yolların arasından akıp gidiyor gibiydi.Minik kesme taşlarla örülmüş yolları, arnavut kaldırımlarını yürüyerek onlarca penceresinden bazısına sinsice sızan bazısını da gölgede bırakan güneş ışınlarını takip ettik.Şehirdeki yapılara zamanın hiçbir tesiri olmamıştı adeta.Fıstık yeşili,portakali,sarı,mavi,sanki hepsi ağız birliği edilmişcesine farklı renklere boyanmıştı.Üzerinde altın rengi kocaman bir saat bulunan yüksek bir kulenin altındaki kapıdan geçerek iç tahkimata girdik.Sokaklarda pek fazla insan görünmüyordu.Çatısından kapısına kadar vişne kırmızısı sarmaşık dalların sarktığı bir kafenin önünde sahibi,saksıları sulamakla meşguldu. Sokak aralarından kıvrılarak şehir merkezine ulaştık.Burada Rothenburg’ın belediye binası ve ana katedrali olan St. Jakobskirche bulunuyor.Ara sokakların aksine merkezde onlarca turist dikkati çekiyordu.Çoğunluğu da Japon'du.Rehber eşliğinde tabur tabur şehri gezen japonlar mükemmel bir disiplin içinde attıkları şehir turundan memnun bir haldeydiler.Tıklım tıklım insan kaynayan bir futbol sahası genişliğindeki meydanda Eylül güneşinin altında kahvelerini yudumlayan,nefis çilekli pastalarını afiyetle yiyen Almanlardan tutun da,bir o yana bir bu yana kaçışarak oyunun zevkine doyamayan küçük çocukara,şehrin tadilat halinde olan Rathaus'u,yani belediye binası önündeki kalabalığa hararetli bir biçimde yapının özelliklerini aktaran bir rehberden alışveriş telaşındaki insanlara.Hepsini görmek mümkündü.Şehir capcanlıydı ve aldığı nefesten herkese yetecek kadarını ziyaretçileriyle paylaşıyordu.



Plönlein(Küçük meydan) 
Meydana tekrar dönmek için anlaşarak burada birleşen dört yoldan güneye doğru gideni tuttuk.Tarihi yerleşimin şirin mi şirin rengarenk yapılarının arasından uzayarak giden bu yol üzerinde tarihi bir ortaçağ kilisesine rastladık.Penbeye çalan kırmızı renkte boyanmış bu eski yapının vücuduna oyulmuş küçük aziz heykellerinin ürkütücü bir görüntüsü vardı.Gotik mimarisi ile tapınağın ince uzun pencereleri bir balıkçı ağını anımsatan süslemelerle kaplanmıştı.Kilisenin hemen arkasında yosun tutmuş genişçe bir su havuzu ve üzerinden şırıl şırıl su akan tarihi bir şadırvan bulunuyordu.Şadırvanın iki yanında da altına taş üzere sarmaşık yosun dalları kazınmış ve üzerinde iki küçük heykelin bulunduğu iki sütun.Bu grafik görüntünün arka planında şehrin batı surunun dışındaki yeşil ormanlık görünüyordu.Suyun çıkardığı ses,güneşin verdiği sıcaklık ve yeşil doğanın insan gözüne verdiği haz.Burası gerçekten herşeyin içiçe harmanlanıp birbirini tamamladığı bir masal diyarıydı.Yolumuza devam ettik.Rengarenk çiçeklerin açtığı saksılar,sıra sıra dizilmiş bisikletler ve kapı eşiklerine monte edilmiş ve masal kitaplarında görebileceğimiz sokak fenerleri arasından küçük bir meydana geldik.Plönlein,Rothenburg’un bir köşesinde yer alan eski bir pazar yeriydi.Plönlein’ı dünyaca meşhur eden ise karşıdan bakıldığında sağ tarafındaki Kobolzeller kapısı, sol tarafındaki Siebers kapısı ve ortalarında yer alan geleneksel mimarideki Bavyera evinin oluşturduğu masalsı görüntüydü.Solda göğe doğru yükselen taş kule ve sağda yokuş aşağı bir yolun bitiminde daha alçakta yer alan ikinci bir kule şehrin iç tahkimatının parçalarıydı.
Yol ayrımı üzerindeki iki katlı tipik alman evinin üstünde çatı katı ve altında genişçe bir anbarı vardı.Sarımtrak rengiyle ve minnacık pencereleriyle bir kutuyu andırıyordu.Şehir içindeki turumuzu tamamladıktan sonra buraya mutlaka tekrardan uğramamız gerekiyordu. Yol ayrımından sağa döndük ve kıvrımlı yolları takip ederek bir iç,bir de dış kale kapısı bulunan bir şehir çıkışına geldik.Kasaba burada sona eriyordu. Ahşap basamakları tırmanarak surların üzerine çıktım.Bir insanın zorlukla sığabildiği bu dar geçitleri kullanarak tüm kale duvarını baştan aşağıya yürümek mümkündü. Belirli aralıklarla o dönemin savaşçılarının dışarıdan kasabayı kuşatan düşmanla savaşabilecekleri ve buradan oklar savurabilecekleri mazgal delikleri vardı. Bu kesimden ayrılıp kale duvarını daha etraflıca inceleme kararı aldık. Şehir içindeki sokaklardan birine saparak dik bir yokuşu tımandık.Kalenin açık olan yan kapılarından birinin hemen yanında yer alan ahşap basamaklardan yukarıya çıktık. Buradan tüm kale çevresini dolaşma imkanı tanıyan dar patikayı üstü çatıyla kapalı duvar üzerinden takip ettik. Eski zamanlarda yaşayan ortaçağ şovalyelerinin bu zor koşullarda canlarını ortaya koyarak düşmanı defetme çabaları geldi aklıma bir an.Burası bir film setinin dekoru değildi.Kırmızı çatılarıyla çiçeklerin süslediği masal evlerinin yanyana durduğu bir hayal kasabasıydı sanki.Kale duvarını çepeçevre yürümek bize kasaba içindeki evleri daha yakından görme fırsatı tanıdı.Yer yer karanlık kule oldalarına çıkan mazgallarda mistik bir hava,geçmiş zamanların gizemli atmosferi hala canlıydı.Dizi dizi armut ağaçları arasından şehir içindeki gözetleme kuleleri uzansak değilecek gibi yakın gözüküyordu.Her birinin üzerinde görüntüyü daha da zenginleştiren büyük saatler mevcuttu.Kalın ağaç kütükleriyle yapılmış mazgar korkuluklarına tutunarak ilerledik.Tarihi şehrin doğu çıkışına varmıştık.Üzerinde Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğunun simgesi olan çift başlı kara kartalın nakşedilmiş olduğu yüksek kulenin önünde kaleyi dış dünyadan ayıran bir hendek bulunuyordu.Buradan bir köprü vasıtasıyla dışarıya çıkılıyordu.İki küçük sivri kulenin arasında ise şehrin doğu çıkış kapısı vardı.Bu şehrin dört bir tarafı kale tahkimatının izlerini taşıyordu.Kale kapısının önünden okul çıkışında sırayla dizilmiş minik öğrenciler geçti.Şehirde tarih ile iç içe günlük yaşam da akıp gidiyordu.Tekrar yerleşime doğru yol aldık ve tarihi evlerin önünden şehirde bolca bulunan şadırvanlardan birinin yanına geldik.Üzerinde kostaklı bir saatin bulunduğu iç tahkimata ait bir kapının hemen önünde sarı ve beyaz papatyalarla bezenmiş,korkuluklu bir çerçevenin içinde yüksek bir yılanlı sütun gördük.Renkler gözümde o kadar canlı,o kadar tazeydi ki,yeni boyanmış bir tablo gibi tüm silüetler önümde büyük bir cümbüş sahnesinde yer alır gibi tezahür ediyorlardı.Renkler,gerçek olamayacak kadar canlı,görüntü en mutsuz ruh halini bile neşeli bir haykırışa dönüştürecek kadar güzeldi. 























Käthe Wohlfahrt 
Rothenburg’u Eylülün bu sıcak günlerinde görme fırsatını bulduğum için şanslıydım.Ama aslına bakılırsa bahar tadında ve güneşli havalarda uğrak bir yer olmasının yanında bu kasaba kış turizminin ve Noel günleri atmosferinin doyasıya yaşandığı bir yerdi.Karlı kış günlerinde,havanın dışarıda buz gibi estiği anlarda bu geleneksel evlerden birine kapanıp sıcak şöminenin önünde şarap içmek ne büyük bir zevk olurdu diye düşünmekten kendimi alamadım.Şehirde doğrudan kış ve Noel turizmine hitap eden bir işyeri bulunuyor ki bahsetmeden geçemem.Käthe Wohlfahrt Rothenburg'taki ana bayii ve bir şubesi ile şehir meydanında en sık ziyaret edilen mekanlardan.Her iki mağazada da yeni yıl ve Noel hediyesi arayanlar için sayısız alternatifler mevcut.Kurşun askerler,yılbaşı ağaçları,çocuklar için her çeşit oyuncaklar,hediyelik eşyalar.Käthe Wohlfahrt'ın ana bayiinin önünde üzeri hediye paketleriyle dolu kırmızı bir kamyon var ki görülmeye değer.Çocukları ve turistleri buraya çekmek adına iyi düşünülmüş bir pazarlama hamlesi diye düşündüm.Käthe Wohlfahrt sunduğu geniş ürün gaması ve Rothenburg’u yılbaşı tatili ile özdeşleştirmesi açısından bir odak noktası.Unutmadan fiyatlar pek makul sayılmasa da henüz tanımadığım fakat aklımdan bir türlü çıkmayan bir varlık için hediye almadan duramadım.Küçük bir masal köyü minyatürü olan bu mağazadan çıktığımızda güneş artık kayboluyor gibiydi.Tekrardan bu kez daha fazla insanla dolan meydana doğru yürüdük.Biraz dinlenip sıcak bir kahve ve bir dilim pasta yemenin tam vaktiydi.Güneş içime damlarken bu tarihi kentin havasını teneffüs etmenin,bende bıraktığı güzel izlenimlerin mutluluğunu içimde hissediyordum.Önümden gelip geçen insanların yürüyüşü bana kaldırımdan çıkan ayak sesleri olarak yansıyordu.Zamanı ve mekanı son damlasına kadar idrak etmek,bana o kadar yabancı bir o kadar da keşfetmeye değer bir deneyim olarak görünen bu atmosferi anlamak istiyordum.

Noel'de Rothenburg meydanının bir görünüşü
Noel'de Plönlein
Arabamıza dönüp park saatimizi bir iki saat daha uzatmamız gerekiyordu.Plönlein’de biraz daha vakit geçirmek istiyordum.Bunu yapıp meydana dönmeden önce Rothenburg’un ana katedrali olan St.Jakobs kilisesinin önünden geçtik.Burada küçük bir bahçe vardı.Güneşli günün keyfini çıkaran Almanlar serin esen rüzgarlı havada ve ağaçların altında kahvelerini yudumluyorlardı.Epey yüksek bir çan kulesi ve kabartmalı süslemeleriyle St.Jakobs ihtişamlı bir yapıydı.Geldiğimiz noktaya dönüp arabadaki işimizi hallettikten sonra meydana geri döndük.Şehir merkezinin çevresindeki sokaklardan birinde şans eseri ilginç bir müzeye rastladık.Ortaçağ döneminde işlediği bir suç veya herhangi bir nedenden dolayı cezaya çarptırılan kişilerin,işledikleri suçun cezası karşılığında tabi tutuldukları muamele tekniklerini içeren bir müze!Kriminalmuseum,günümüz avrupalılarının tarihlerinin pek de parlak olmayan dönemlerini çağımızda nasıl ustaca pazarladıklarının ve bir turizm atraksiyonuna dönüştürdüklerinin bir göstergesi.Müzeyi kapalı olduğundan ziyaret edemedik.Fakat demir parmaklıklar arkasından avlusuna bir göz attığımda çeşitli işkence aletleri ve benzeri mekanizmaların olduğunu gördüm.Anlayacağınız müzeyi gezmiş kadar oldum.Plönlein’e tekrar geldiğimizde kalabalık turist kafilelerinin alanı doldurduğunu gördüm.Buradaki evin önünde demir bir çitle sarılmış,bu şehrin pek çok yerinde rastladığım taş sütunlardan bir tane daha var.İçinde de çeşitli renkte çiçekler ekilmiş.Bu o denli grafik ve romantik manzaranın önünde biraz daha vakit geçirdik ve güneş batmadan eve yetişmek için hımbıl adımlarla arabanın yolunu tuttuk.Bu tarihi kasaba beni o kadar çok etkilemişti ki ayrılmak aklımdan geçen en son istekti.Elimden geldiği kadar geciktirmeye çalıştım.Gün boyu şehrin sokaklarına bir bir sızarak kaplayan güneş ışığı artık yerini duvarlara kara bir sis gibi çöken koyu gölgelere bırakıyordu.Yaşlı alman çiftlerinin akşamüstü sefası için seçtikleri ve şehri turlayan at arabasının nal sesleri uçuşan kuşların cıvıltısına karışıyordu.Bir süre sonra yola koyulmuş eve dönüyorduk.Asfaltın uzayıp gittiği yüksek bir tepeden Rothenburg’a doğru son kez baktım.Sivrilen kuleleri,kale duvarları,kiliseleri ve kırmızı çatılı evleriyle asırlar içinde hiç değişmemiş bu masal diyarına birgün tekrar yolumun düşmesi için dua ettim.Herşey hatırlanmaya değecek ve akıldan asla çıkmayacak kadar unutulmazdı. 

Erlangen
Dönüş yolunda yolumuz Herzogenaurach’a yakın olan ve 100.000’i aşan nüfusuyla büyük ölçekli bir kasaba olan tarihi Erlangen’e düştü.Soğuk bir bira içme fırsatını kaçırmak istemedim doğrusu.Burası fakülte ve okullarıyla ciddi ölçüde bir öğrenci nüfusunu bünyesinde barındıran bir yerleşim.Yollarda bisiklet üzerinde veya toplu taşıma araçlarında ellerinde kitap ve sırt çantalarıyla onlarca genç görmeniz mümkün.Erlangen’de birçok kilise var.En önemlilerinden bazıları Altstädter Kirche, Neustädter Kirche ve Hugenottenkirche.Erlangen bin yıllık bir tarihe sahip.Gelişmiş bir sanayii ve sayısız kültür merkezi var.Siemens şirketine ait bir sürü ofisin de merkezi burada bulunuyor.Şehir sakinleri akşamüstünün tadını çıkarmak için yola dökülmüşlerdi.Oldukça hareketli olan çarşıyı ve burada bulunan büyük de bir alışveriş merkezini gezdik.Yoğun bir trafiğin olduğu ana cadde üzerindeki bir kafeye oturduk.Onca yorgunluğun üzerine serin bir bira beni rahatlatmaya yetmişti.Artık gece oluyordu.Tadı damağımda kalan bir günün ardından yaşlı teyzemin pişirdiği lezzetli mi lezzetli yemekleri beni konuk eden ailenin sevecen ve sıcakkanlı ortamında yedik.Çocukluğumdan birçok anıyı bana çağrıştıran insanlarla,dünyanın bu kıyısında bir tabak yemeğe paylaşmak bambaşka duygular uyandırıyordu bende.Yeni sabahın getireceği,yeni istikametin,yeni görülmemişlerin heyecanı,geride kalan günü tatlı yorgunluğuyla yattım.Olduğum yerde öylece uyuyakalmışım.