O sabah güneş tüm ışınlarını odamın göbeğine gönderiyordu.Öylesine ışıltılı bir günde gözümü açmamak için direnmemin bir anlamı yoktu.Almanya gibi bir ülkede hele yılın bu zamanlarında böyle güzel bir havayı yakalamak için bol keseden şansa sahip olmak gerekiyordu.Ben ise o şans ile bu ülkeye ayak bastığımın farkındaydım.Geldiğimden bu yana bu kış ülkesinin tipik özelliği olan yağmurlu ve soğuk hava henüz ortalarda görünmüyordu.Tatilde olmama rağmen erken uyanmanın verdiği şehvetle,her sabah alışkanlık haline getirdiğim pencere önünden ufuktaki yeşil ormanı seyretme seansını tekrarladım.Büyük bir zevkti bu.İnsanın kendini doğal ortamlarda hürriyet ve mutluluğa daha yakın hissettiği benim için tartışma götürmeyen bir gerçek olmuştur hep.Yaşlı teyzemin ballandıra ballandıra anlattığı anılarında, Herzogenaurach’ın hemen dışında yer alan bu doğal yaşam alanı ormanlıklardan bahar aylarında baş gösteren tavşanlar,geyikler ve ceylanlar vardı.Dediğine göre etraftaki tarla ve yoncalıklarda otlayıp dolaşan bu sevimli yaratıkları neredeyse kasaba içine yakın bir mesafeden görmek mümkünmüş.Şirin bir görüntü olsa gerek.Doğal bir hayvanat bahçesi.O gün de teyzemin hazırladığı nefis kahvaltılıkları tatmadan yola çıkmadım. Sağolsun.Samimi ve içten bir dost olan yol arkadaşımla arabamıza bindiğimizde bugünkü istikametimizin daha önceden hayalimde canlandırdığım görüntüye ne kadar yakın olup olmayacağını düşünüyordum.Herzogenaurach’ı arkamızda bırakırken bir yandan teknolojinin imkanlarından yararlanarak yolumuzu bulmaya diğer yandan da Bavyera taşra yolunun üzerinde kalbinden geçtiğimiz onlarca köy ve yerleşime göz gezdiriyordum.Otoban üzerinde yer alan köyler oldukça bakımlı ve gelişmiş yerleşimlerdi.Sık aralıklarla kurulmuş köy ve kasabaları teker teker sayarken şehirlerin arka planına inmenin,kırsal kesimin de nabzını yakalamanın önemini anladığımdan kendimi şanslı sayıyordum.Samanlık olarak kullanılan büyük anbarlar,domuz kokan ahırlar,zirai araçlar ve düzenli,bahçeli evler.Köy yollarında fazla insan görünmüyordu.Çalışan çiftçilere de rastlamadım.Kimbilir,belki de iş mevsimi değildi.Bir ara tadilat dolayısıyla bir bölümü kapalı olan otobandan çıkarak yan köylere saptık.Önceden geçtiğimiz yerlere göre daha küçük ve daha pis kokan kasabalar çıktı önümüze.Acaba yolumuzdan mı saptık,kaybolduk mu telaşına kapılsak da yılan gibi kıvrılan dar taşra yolunu geçerek tekrar otobanın açık olan kısmına çıktık.Hızla ilerlerken uzun mu uzun asfalt yolun bittiği yerde,çölün ortasında bir serap misali etrafı kulelerle desteklenen,surlarla çevrili bir ortaçağ tahkimatının,çok eski devirlere ait bir kalenin belirdiğini gördüm.


Rothenburg ob der Tauber
“Tauber nehrinin üzerinde ki kırmızı kale” ismini Tauber ırmağının üzerindeki bir yaylada kurulmuş olmasından ve evlerinin çatılarında ki karakteristik kırmızı(rot) renkten alan Rothenburg ob der Tauber.Yerleşim 1070 senesinde Tauber nehrinin üzerindeki dağın yamacına bir kalenin inşa edilmesiyle kurulmuş.Nehre ve ovaya hakim bir mevkide yer alan Rothenburg’un çevresi kalın sur duvarıyla tahkim edilmiş.Surların birçok giriş kapısı var.Bunlardan bazıları ana giriş kapıları,bazıları ise kale içi şehre götüren küçük yan girişler.Arabamızı geniş bir otoparka bıraktık ve kasabanın ana giriş kapısından içeriye girdik.Rothenburg’un kale duvarının çevresinde yüksekliği 50-60 metreyi bulan taşla örülmüş büyük kuleler var.
Geniş tahkimatın dışında şehrin merkezinde her biri ayrı kale duvarlarıyla diğerinden ayrılan iç kaleler bulunuyor. Bunlar ana kalenin dış cephesine içeriden kapılarla bağlanıyor. Ana kapıdan ilk iç tahkimata kadar geleneksel iki katlı ve rengarenk boyanmış yapıların bulunduğu geniş bir cadde var.Bu yolu baştan başa yürürken yolda bir kahve molası vermeyi ihmal etmedik.Bu şehrin renkleri göz kamaştırcıydı.Güneş tarihi kasabanın üzerine öylesine çökmüştü ki,ışık her biri birbirinden renkli ve mor,penbe,kırmızı,sarı,aklınızın aldığı her renkte çiçeklerle bezenmiş kırmızı çatılı evlerin üzerinde dans ediyor,şehri bir örümcek ağı misali kesen yolların arasından akıp gidiyor gibiydi.Minik kesme taşlarla örülmüş yolları, arnavut kaldırımlarını yürüyerek onlarca penceresinden bazısına sinsice sızan bazısını da gölgede bırakan güneş ışınlarını takip ettik.Şehirdeki yapılara zamanın hiçbir tesiri olmamıştı adeta.Fıstık yeşili,portakali,sarı,mavi,sanki hepsi ağız birliği edilmişcesine farklı renklere boyanmıştı.Üzerinde altın rengi kocaman bir saat bulunan yüksek bir kulenin altındaki kapıdan geçerek iç tahkimata girdik.Sokaklarda pek fazla insan görünmüyordu.Çatısından kapısına kadar vişne kırmızısı sarmaşık dalların sarktığı bir kafenin önünde sahibi,saksıları sulamakla meşguldu. Sokak aralarından kıvrılarak şehir merkezine ulaştık.Burada Rothenburg’ın belediye binası ve ana katedrali olan St. Jakobskirche bulunuyor.Ara sokakların aksine merkezde onlarca turist dikkati çekiyordu.Çoğunluğu da Japon'du.Rehber eşliğinde tabur tabur şehri gezen japonlar mükemmel bir disiplin içinde attıkları şehir turundan memnun bir haldeydiler.Tıklım tıklım insan kaynayan bir futbol sahası genişliğindeki meydanda Eylül güneşinin altında kahvelerini yudumlayan,nefis çilekli pastalarını afiyetle yiyen Almanlardan tutun da,bir o yana bir bu yana kaçışarak oyunun zevkine doyamayan küçük çocukara,şehrin tadilat halinde olan Rathaus'u,yani belediye binası önündeki kalabalığa hararetli bir biçimde yapının özelliklerini aktaran bir rehberden alışveriş telaşındaki insanlara.Hepsini görmek mümkündü.Şehir capcanlıydı ve aldığı nefesten herkese yetecek kadarını ziyaretçileriyle paylaşıyordu.



Plönlein(Küçük meydan) 
Meydana tekrar dönmek için anlaşarak burada birleşen dört yoldan güneye doğru gideni tuttuk.Tarihi yerleşimin şirin mi şirin rengarenk yapılarının arasından uzayarak giden bu yol üzerinde tarihi bir ortaçağ kilisesine rastladık.Penbeye çalan kırmızı renkte boyanmış bu eski yapının vücuduna oyulmuş küçük aziz heykellerinin ürkütücü bir görüntüsü vardı.Gotik mimarisi ile tapınağın ince uzun pencereleri bir balıkçı ağını anımsatan süslemelerle kaplanmıştı.Kilisenin hemen arkasında yosun tutmuş genişçe bir su havuzu ve üzerinden şırıl şırıl su akan tarihi bir şadırvan bulunuyordu.Şadırvanın iki yanında da altına taş üzere sarmaşık yosun dalları kazınmış ve üzerinde iki küçük heykelin bulunduğu iki sütun.Bu grafik görüntünün arka planında şehrin batı surunun dışındaki yeşil ormanlık görünüyordu.Suyun çıkardığı ses,güneşin verdiği sıcaklık ve yeşil doğanın insan gözüne verdiği haz.Burası gerçekten herşeyin içiçe harmanlanıp birbirini tamamladığı bir masal diyarıydı.Yolumuza devam ettik.Rengarenk çiçeklerin açtığı saksılar,sıra sıra dizilmiş bisikletler ve kapı eşiklerine monte edilmiş ve masal kitaplarında görebileceğimiz sokak fenerleri arasından küçük bir meydana geldik.Plönlein,Rothenburg’un bir köşesinde yer alan eski bir pazar yeriydi.Plönlein’ı dünyaca meşhur eden ise karşıdan bakıldığında sağ tarafındaki Kobolzeller kapısı, sol tarafındaki Siebers kapısı ve ortalarında yer alan geleneksel mimarideki Bavyera evinin oluşturduğu masalsı görüntüydü.Solda göğe doğru yükselen taş kule ve sağda yokuş aşağı bir yolun bitiminde daha alçakta yer alan ikinci bir kule şehrin iç tahkimatının parçalarıydı.
Yol ayrımı üzerindeki iki katlı tipik alman evinin üstünde çatı katı ve altında genişçe bir anbarı vardı.Sarımtrak rengiyle ve minnacık pencereleriyle bir kutuyu andırıyordu.Şehir içindeki turumuzu tamamladıktan sonra buraya mutlaka tekrardan uğramamız gerekiyordu. Yol ayrımından sağa döndük ve kıvrımlı yolları takip ederek bir iç,bir de dış kale kapısı bulunan bir şehir çıkışına geldik.Kasaba burada sona eriyordu. Ahşap basamakları tırmanarak surların üzerine çıktım.Bir insanın zorlukla sığabildiği bu dar geçitleri kullanarak tüm kale duvarını baştan aşağıya yürümek mümkündü. Belirli aralıklarla o dönemin savaşçılarının dışarıdan kasabayı kuşatan düşmanla savaşabilecekleri ve buradan oklar savurabilecekleri mazgal delikleri vardı. Bu kesimden ayrılıp kale duvarını daha etraflıca inceleme kararı aldık. Şehir içindeki sokaklardan birine saparak dik bir yokuşu tımandık.Kalenin açık olan yan kapılarından birinin hemen yanında yer alan ahşap basamaklardan yukarıya çıktık. Buradan tüm kale çevresini dolaşma imkanı tanıyan dar patikayı üstü çatıyla kapalı duvar üzerinden takip ettik. Eski zamanlarda yaşayan ortaçağ şovalyelerinin bu zor koşullarda canlarını ortaya koyarak düşmanı defetme çabaları geldi aklıma bir an.Burası bir film setinin dekoru değildi.Kırmızı çatılarıyla çiçeklerin süslediği masal evlerinin yanyana durduğu bir hayal kasabasıydı sanki.Kale duvarını çepeçevre yürümek bize kasaba içindeki evleri daha yakından görme fırsatı tanıdı.Yer yer karanlık kule oldalarına çıkan mazgallarda mistik bir hava,geçmiş zamanların gizemli atmosferi hala canlıydı.Dizi dizi armut ağaçları arasından şehir içindeki gözetleme kuleleri uzansak değilecek gibi yakın gözüküyordu.Her birinin üzerinde görüntüyü daha da zenginleştiren büyük saatler mevcuttu.Kalın ağaç kütükleriyle yapılmış mazgar korkuluklarına tutunarak ilerledik.Tarihi şehrin doğu çıkışına varmıştık.Üzerinde Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğunun simgesi olan çift başlı kara kartalın nakşedilmiş olduğu yüksek kulenin önünde kaleyi dış dünyadan ayıran bir hendek bulunuyordu.Buradan bir köprü vasıtasıyla dışarıya çıkılıyordu.İki küçük sivri kulenin arasında ise şehrin doğu çıkış kapısı vardı.Bu şehrin dört bir tarafı kale tahkimatının izlerini taşıyordu.Kale kapısının önünden okul çıkışında sırayla dizilmiş minik öğrenciler geçti.Şehirde tarih ile iç içe günlük yaşam da akıp gidiyordu.Tekrar yerleşime doğru yol aldık ve tarihi evlerin önünden şehirde bolca bulunan şadırvanlardan birinin yanına geldik.Üzerinde kostaklı bir saatin bulunduğu iç tahkimata ait bir kapının hemen önünde sarı ve beyaz papatyalarla bezenmiş,korkuluklu bir çerçevenin içinde yüksek bir yılanlı sütun gördük.Renkler gözümde o kadar canlı,o kadar tazeydi ki,yeni boyanmış bir tablo gibi tüm silüetler önümde büyük bir cümbüş sahnesinde yer alır gibi tezahür ediyorlardı.Renkler,gerçek olamayacak kadar canlı,görüntü en mutsuz ruh halini bile neşeli bir haykırışa dönüştürecek kadar güzeldi. 























Käthe Wohlfahrt 
Rothenburg’u Eylülün bu sıcak günlerinde görme fırsatını bulduğum için şanslıydım.Ama aslına bakılırsa bahar tadında ve güneşli havalarda uğrak bir yer olmasının yanında bu kasaba kış turizminin ve Noel günleri atmosferinin doyasıya yaşandığı bir yerdi.Karlı kış günlerinde,havanın dışarıda buz gibi estiği anlarda bu geleneksel evlerden birine kapanıp sıcak şöminenin önünde şarap içmek ne büyük bir zevk olurdu diye düşünmekten kendimi alamadım.Şehirde doğrudan kış ve Noel turizmine hitap eden bir işyeri bulunuyor ki bahsetmeden geçemem.Käthe Wohlfahrt Rothenburg'taki ana bayii ve bir şubesi ile şehir meydanında en sık ziyaret edilen mekanlardan.Her iki mağazada da yeni yıl ve Noel hediyesi arayanlar için sayısız alternatifler mevcut.Kurşun askerler,yılbaşı ağaçları,çocuklar için her çeşit oyuncaklar,hediyelik eşyalar.Käthe Wohlfahrt'ın ana bayiinin önünde üzeri hediye paketleriyle dolu kırmızı bir kamyon var ki görülmeye değer.Çocukları ve turistleri buraya çekmek adına iyi düşünülmüş bir pazarlama hamlesi diye düşündüm.Käthe Wohlfahrt sunduğu geniş ürün gaması ve Rothenburg’u yılbaşı tatili ile özdeşleştirmesi açısından bir odak noktası.Unutmadan fiyatlar pek makul sayılmasa da henüz tanımadığım fakat aklımdan bir türlü çıkmayan bir varlık için hediye almadan duramadım.Küçük bir masal köyü minyatürü olan bu mağazadan çıktığımızda güneş artık kayboluyor gibiydi.Tekrardan bu kez daha fazla insanla dolan meydana doğru yürüdük.Biraz dinlenip sıcak bir kahve ve bir dilim pasta yemenin tam vaktiydi.Güneş içime damlarken bu tarihi kentin havasını teneffüs etmenin,bende bıraktığı güzel izlenimlerin mutluluğunu içimde hissediyordum.Önümden gelip geçen insanların yürüyüşü bana kaldırımdan çıkan ayak sesleri olarak yansıyordu.Zamanı ve mekanı son damlasına kadar idrak etmek,bana o kadar yabancı bir o kadar da keşfetmeye değer bir deneyim olarak görünen bu atmosferi anlamak istiyordum.

Noel'de Rothenburg meydanının bir görünüşü
Noel'de Plönlein
Arabamıza dönüp park saatimizi bir iki saat daha uzatmamız gerekiyordu.Plönlein’de biraz daha vakit geçirmek istiyordum.Bunu yapıp meydana dönmeden önce Rothenburg’un ana katedrali olan St.Jakobs kilisesinin önünden geçtik.Burada küçük bir bahçe vardı.Güneşli günün keyfini çıkaran Almanlar serin esen rüzgarlı havada ve ağaçların altında kahvelerini yudumluyorlardı.Epey yüksek bir çan kulesi ve kabartmalı süslemeleriyle St.Jakobs ihtişamlı bir yapıydı.Geldiğimiz noktaya dönüp arabadaki işimizi hallettikten sonra meydana geri döndük.Şehir merkezinin çevresindeki sokaklardan birinde şans eseri ilginç bir müzeye rastladık.Ortaçağ döneminde işlediği bir suç veya herhangi bir nedenden dolayı cezaya çarptırılan kişilerin,işledikleri suçun cezası karşılığında tabi tutuldukları muamele tekniklerini içeren bir müze!Kriminalmuseum,günümüz avrupalılarının tarihlerinin pek de parlak olmayan dönemlerini çağımızda nasıl ustaca pazarladıklarının ve bir turizm atraksiyonuna dönüştürdüklerinin bir göstergesi.Müzeyi kapalı olduğundan ziyaret edemedik.Fakat demir parmaklıklar arkasından avlusuna bir göz attığımda çeşitli işkence aletleri ve benzeri mekanizmaların olduğunu gördüm.Anlayacağınız müzeyi gezmiş kadar oldum.Plönlein’e tekrar geldiğimizde kalabalık turist kafilelerinin alanı doldurduğunu gördüm.Buradaki evin önünde demir bir çitle sarılmış,bu şehrin pek çok yerinde rastladığım taş sütunlardan bir tane daha var.İçinde de çeşitli renkte çiçekler ekilmiş.Bu o denli grafik ve romantik manzaranın önünde biraz daha vakit geçirdik ve güneş batmadan eve yetişmek için hımbıl adımlarla arabanın yolunu tuttuk.Bu tarihi kasaba beni o kadar çok etkilemişti ki ayrılmak aklımdan geçen en son istekti.Elimden geldiği kadar geciktirmeye çalıştım.Gün boyu şehrin sokaklarına bir bir sızarak kaplayan güneş ışığı artık yerini duvarlara kara bir sis gibi çöken koyu gölgelere bırakıyordu.Yaşlı alman çiftlerinin akşamüstü sefası için seçtikleri ve şehri turlayan at arabasının nal sesleri uçuşan kuşların cıvıltısına karışıyordu.Bir süre sonra yola koyulmuş eve dönüyorduk.Asfaltın uzayıp gittiği yüksek bir tepeden Rothenburg’a doğru son kez baktım.Sivrilen kuleleri,kale duvarları,kiliseleri ve kırmızı çatılı evleriyle asırlar içinde hiç değişmemiş bu masal diyarına birgün tekrar yolumun düşmesi için dua ettim.Herşey hatırlanmaya değecek ve akıldan asla çıkmayacak kadar unutulmazdı. 

Erlangen
Dönüş yolunda yolumuz Herzogenaurach’a yakın olan ve 100.000’i aşan nüfusuyla büyük ölçekli bir kasaba olan tarihi Erlangen’e düştü.Soğuk bir bira içme fırsatını kaçırmak istemedim doğrusu.Burası fakülte ve okullarıyla ciddi ölçüde bir öğrenci nüfusunu bünyesinde barındıran bir yerleşim.Yollarda bisiklet üzerinde veya toplu taşıma araçlarında ellerinde kitap ve sırt çantalarıyla onlarca genç görmeniz mümkün.Erlangen’de birçok kilise var.En önemlilerinden bazıları Altstädter Kirche, Neustädter Kirche ve Hugenottenkirche.Erlangen bin yıllık bir tarihe sahip.Gelişmiş bir sanayii ve sayısız kültür merkezi var.Siemens şirketine ait bir sürü ofisin de merkezi burada bulunuyor.Şehir sakinleri akşamüstünün tadını çıkarmak için yola dökülmüşlerdi.Oldukça hareketli olan çarşıyı ve burada bulunan büyük de bir alışveriş merkezini gezdik.Yoğun bir trafiğin olduğu ana cadde üzerindeki bir kafeye oturduk.Onca yorgunluğun üzerine serin bir bira beni rahatlatmaya yetmişti.Artık gece oluyordu.Tadı damağımda kalan bir günün ardından yaşlı teyzemin pişirdiği lezzetli mi lezzetli yemekleri beni konuk eden ailenin sevecen ve sıcakkanlı ortamında yedik.Çocukluğumdan birçok anıyı bana çağrıştıran insanlarla,dünyanın bu kıyısında bir tabak yemeğe paylaşmak bambaşka duygular uyandırıyordu bende.Yeni sabahın getireceği,yeni istikametin,yeni görülmemişlerin heyecanı,geride kalan günü tatlı yorgunluğuyla yattım.Olduğum yerde öylece uyuyakalmışım.


Herzogenaurach
Yatağımdan doğrulup perdeyi açtım.Yüksek bir binanın en üst apartman katında,tarihi Franken eyaletinin düz yeşil vadileri,sık ağaçlarıyla koyu ormanları ayaklarımın altındaydı.Böylesine güneş dolu,temiz kır havasının tüm beyin hücrelerine hükmettiği bir sabahta pencereden yemyeşil teperleri seyretmek,nefes dolusu oksijeni ciğerlerine çekmek herşeyden daha fazla tatmin etmeye yetiyordu insanı.20.000'den fazla nüfusa sahip,Almanya ölçülerinde küçük bir taşra kasabası mahiyetindeki Herzogenaurach,Regnitz nehrinin bir kolu olan Aurach ırmağının kıyısına kurulmuştu.Aurach'ın gelini veya Aurach'ın boy beyi.İsim anlamını buralarda bir yerlerde arayaduralım,o sabah sağlam bir kahvaltı ettikten sonra gözümü açtığım bu küçük kasabayı teferruatlarıyla keşfetme heyecanını ilerleyen günlere devrederek daha kuzeye,tarihi dokusu,meşhur dumanlı birası ve çağlayan ırmakları ile Yukarı Franken'in en önemli kentine doğru yol aldım.


Bamberg
Regnitz ırmağının kıyısında,UNESCO Dünya Kültür Mirası lisetesinde yer alan Bamberg,küçük bir kasaba olmasına rağmen Yukarı Franken'in en önemli merkezi sayılıyordu.Şehir merkezine doğru ilerlerken şehrin tarihi bir binada yer alan adalet sarayının etrafında avukatlık bürolarını seyrettim durdum.Etraf bir iş günü için oldukça sakin sayılırdı.Adalet sarayının önündeki meydanda kırmızı renkte sekiz adet insan heykeli ilgimi çekti.Az ileride akli dengesi bozuk yeğenlerinin kral naibi olarak tahta oturan ve 1886-1912 yıllarında Bavyera'yı yöneten Prinzregent Luitpoldun at üzerindeki heykeli bulunuyordu.Ayak bastığım ilk andan itibaren şehride hakim olan uhrevi ve ağır diyebileceğim bir havanın beni kapladığını hissettim.Yağmur yağmasa da havanın bulutlu olması da belki bunda etkili olmuştu.Şehrin en ünlü otel ve aynı zamanda restoranı olan Messerschmitt'in cep yakan fiyatları ile ilgili aldığım malumattan sonra,süslü mağazaları ve renkli pastane ve kafeteryalarıyla Lange Straße üzerine çıktık.Bir kavis çizerek yükselen ana caddenin başında asılı olan ve henüz gerçekleşen eyalet seçimlerinden kalma pano,ülkemde pek de iyi sözle yad edilmeyen güçlü kadın Angela Merkelin burada sevildiğine mi işaretti? Meyve çarşısının bulunduğu meydana kadar ilerledik.Bamberg,Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunda katolik hrıstiyan nüfusunu arttırmak amacıyla 1007 yılında kurulan tarihi bir başpiskoposluğun merkeziydi.Asırlar boyunca burada görev yapan başpiskoposların ikametgahı olan kente her köşesine yayılmış olan katedraller damgasını vurmuştu.Yolda yürürken göze takılan şehir halkının görünüşleri itibarıyle de mutaassıp bir yapı çizdiklerini söylesem abartmış olmam.Yine de yüksek bir yapı olan Martinskirche kilisesinin önünde kurulmuş olan pazar alanında ellerinde gazete ve kitaplarıyla hatırı sayılır bir genç topluluğu bulunuyordu.Burası aynı zamanda bir öğrenci kentiydi de.Tarihsel dokuyu her adımda teneffüs ettiğim bu yerleşimin sokaklarında yürürken geçmiş zamanların atmosferini birebir idrak ediyor gibi hissettim.Yol kenarında sıra sıra dizilmiş birçok bisiklet şehirde ulaşımı sağlamak için cazip bir seçenek gibi görünüyordu.Meyve çarşısının hemen arkasında bulunan Bamberg Altstadt küçük bir meydanın etrafında bezaenmiş dükkanlarla ana çarşıyı teşkil ediyordu.Çarşının içinden geçtik ve dar bir köprünün başında durduk.

Bamberg'in biraz kuzeyinde bir yerlerde Main nehrinden koparak Bavyera'nın güneyine doğru yoluna devam Regintz nehri şehrin içinde iri ufaklı birçok kola ayrılmakta.Bu kollardan her biri yer yer çağlayan yer yer de durgun akan ve şehrin damarlarına dönüşen kanallara dönüşüyor.Bu kanalların üzerinde de tarihi taş köprüler ve gotik mimari uslupta tarihi yapılar yer alıyor.Kanalların üzerinde küçük yük gemileri,gerek kent içinde gerekse şehirlerarası nehir taşımacılığının burada hakim olduğuna bir işaretti.Şehre her açıdan hakim ve minik bir panorama sunan eski bir taş köprüyü yürüyerek kanalın karşı tarafına,Bamberg'in eski kentine doğru adımlarımızı attık.Ahşap kalasların çaprazlama ve dikine kesiştiği ve dışarıdan bakıldığında büyük bir ağı andıran çatılar,çeşitli renklerde boyanmış üzerlerinde resim sanatının eşsiz örneklerinin sergilediği binalar göze çarpıyordu.Köprüden bakıldığında nehrin kıyısında ve az ileride bir renk harmanına dönüşmüş ve iç içe geçmiş yeşil otlukların arasında uzun bir yapılar dizesi gördüm.Köprü üzerinde şehri gezen birçok turist ve yerli Almanın olduğunu farkettim.Biraz duraksadım ve çevreyi seyrettim.Ağırlığının yanında çekici ve huzur veren bir kentti burası.Gürültü yoktu,karmaşadan uzaktı.Dar sokaklar ve yüksek tarihi yapıların arasından geçtik.Schlenkerla,Bamberg'in en meşhur birahanesi ve yemekhanesiydi.Fiyatlar dudak uçuklatıcı cinsten.Gördüğüm birçok birahane ve yiyecek dükkanında olduğu gibi Schlenkerla'nın girişinde de oldukça süslü ve şirin bir tabela asılıydı.Yol boyunca bunlara fırın,terzi,oyuncak eşya,vb. gibi dükkanlarda rastlamak mümkün.Balkonlar çoğunlukla kırmızı ve beyaz renkte çiçeklerle donatılmış.Bu ortama eşi görülmeyen bir güzellik katıyor ve şehir sakinlerinin yaşadıkları yeri güzelleştirmeye önem verdiklerini gösteriyor.Eski şehri nehir kıyısından takip ederek az önce bahsettiğim ve karşı tarafta yer alan yapılar dizisinin önüne geldik.





























Klein-Venedig(Küçük Venedik) 
Küçük Venedik olarak anılan bölge Regnitz ırmağının bu kesimde oluşturduğu bir kolun boyunda sıra sıra inşa edilmiş çeşitli renkte irili ufaklı geleneksel evlerin bulunduğu bir yer.Çok şirin ve oldukça grafik bir görüntüsü var.Evlerin ırmağa bakan pencerelerinin hemen önünde gelişi güzel kıyıya vurmuş birkaç bot bulunuyor.Akıntının şiddetli olmadığı bu noktada karşıya geçmek veya bir nehir turu atmak için ideal bir vasıta diye düşündüm.Tahta bir rıhtım,yeşil otluklar ve su üzerinde büyük bir estetikle dans eder gibi yüzen birkaç kuğu.Bu şehirde bunalmış ve yorulmuş bir insanın herşeyden uzaklaşmak istediğinde koşup geleceği sığınak burası olmalı şüphesiz.Akan suyun sesi dahi insanı rahatlatmaya yetiyor.  


Domplatz
Klein-Venedig'in huzur ortamını terkedip dik bir sokaklar labirentinden kıvrılarak yukarıya doğru ilerledik.Dar bir geçit üzerinden basamakları tırmanarak Domplatz'a vardık.Bamberg Katedrali tüm ihtişamıyla karşımızdaydı.Göğe ip gibi yükselen dört sivri çan kulesi,önünden geçen telaşlı Bamberglilerin randevularına vaktinde yetişmeleri için bir kulenin iki yüzüne yerleştirilmiş iki büyük saati var.Katedralin bulunduğu meydanın ismi Domplatz,yani katedral,büyük kilise meydanı.Tarihi bir başpiskoposluğun merkezi olması bakımından din adamlarının yoğunlukta yaşadığı bir şehir burası.Dolayısıyla bugün halen aktif olan sayısız manastırın da bulunduğ bir kent.Keşişler tarih boyunca Bamberg'te Alman katolikliğinin yayılması için hizmet vermişler.Katedralin yanında,Domplatz dini mertebenin şehirdeki gücünü simgeleyen bir dizi yapının bulunduğu merkez.Alten Hofhaltung,yani Bamberg Başpiskoposunun eski sarayı ve ikametgahı.Sarayın ön cephe girişi,Fassadenfront eşsiz taş oymacılığının eşsiz örneklerinden birinin uygulamasıydı açıkçası.Bu şehirde yaşamış başpiskoposların bazılarının küçük heykelleri giriş üzerine oyulmuştu.Fassadenfront o gün bizim geleceğimizi duyduğundan mı bilinmez,koyu renklerinden arınmış,inşa edildiği taşın gri tonlarına inat rengarenk balonlarla bezenmişti.Daha önce Meksika'da var olduğunu bildiğim katolik kiliselerinin ön cephesini andıran yapının pencereleri rengarenkti.Arnavut kaldırımı olarak tabir ettiğimiz kaldırım taşlarını yürüyerek meydanda bulunan diğer bir resmi yapının,Fassenfront'un hemen karşısında yer alan Neue Rezidenz,başpiskoposun yeni sarayının önüne geldik.Onlarca penceresi ve simetrik yapısıyla şık ve bakımlı bir binaydı.Bambergin kalbinde bulunuyorduk.

Rosengarten ve Michaelsberg Manastırı

Rosengarten
Asırlar evvel Bamberg şehri buradaki başpiskoposluğun merkezi konumuna getirildiğinde Vatikan'ın katolik dinini yayma politikasını izleyen sayısız keşiş burayı üs edinerek Aziz Roma-Germen İmparatorluğunun her köşesine dini yaymaya kendilerini adadılar.Bu görevlerinin dışında başkaca meşgaleleri de yok değildi.Zaman içinde şehrin ününü sınırları dışına yayan ve tüm Almanyada tanınan bir bira kültürü gelişmiş burada.Sekiz birahanesinde saymakla bitmeyecek bira çeşitleri merakla servis edilip afiyetle içiliyor.Bamberg'i bira konusunda meşhur bir kent yapan ise buraya has dumanlı birası.Özel bir teknikle hazırlanan bira burada Raucbier olarak biliniyor.Keşişler bira kültürünün gelişmesinde önemli rol oynamışlar.Katolik rahiplerin merakla ilgilendikleri bir diğer alan ise botanoloji olmuş.Ortaya çıkan sonu ise mükemmel.Tam 250 çeşit gülü bünyesinde barındıran Rosengarten,yeni sarayın hemen arkasındaki bahçede,tüm Bamberge tepeden hakim bir mevki üzerinde bulunuyor.Bahçeye adım atmamızla birlikte her yerden çıkan japon turistleri bir kez daha karşımda gördüm.Hiç de şaşırmadım.Gül bahçesi,sarı,kırmızı,penbe ve beyaz renklerde güllerle donanmıştı.Böyle bir güzelliği nasıl tarif edebilir ki insan.Hemen sol elimde,yüksek bir tepede Michaelsberg manastırı yükseliyordu.Yedi tepeli büyük şehirlerin bir minyatürü gibiydi Bamberg.Manastır bugün halen Michaelkirche ismiyle kilise olarak faaliyette.Gül bahçesinden şehrin panoramasını görmek mümkün.Kiliseleri,nehrinin akışı ve eski veya yeni tarihi yapılarıyla ortaçağ görünümünden pek fazla şey kaybetmemiş bir şehir.Rosengarten'den çıktık ve yeniden Fassenfronta doğru yöneldik.Meydandan ayrılmadan önce eski başpiskopos sarayını ziyaret ettik.Sarayın iç avlusu,İnnenhof geniş bir iç meydanın çevresinde yer alan keşiş odaları ve kilerlerle doluydu.Balkonları renkli çiçeklerle süslenmiş Innenhof'u keşişlerle dolu düşündüm bir an.Böylesine güçlü bir din merkezi ve ruhani bir güç şüphesiz bölgede önemli bir etki alanı oluşturmuş.Bu gözle görülür bir gerçek.


Altes Rathaus
Dlomplatzı geride bıraktık ve yine basamakları kullanarak geldiğimiz köprüye doğru yol aldık.Bu kez varış noktamız Bambergin dünyaca ünlü eski belediye binasıydı.1386 yılında,öylesine geçmiş bir tarihte bu yapıyı Rengitz nehrinin "üzerine oturtmak" hangi delinin aklına gelmişti bilmiyorum.Tek bilebildiğim oldukça orijinal ve isabetli bir fikir olmuş.Altes Rathaus havada dururcasına altından güldür güldür akan Rengitz ırmağına aldırış dahi etmiyordu.Geleneksel mimari ile inşa edilmiş yapıyı uun uzun seyrettim.Malesef ki hemen yakınından geçen birinci köprü tadilat nedeniyle kapalıydı.Daha uzağında yer alan ikinci köprüden geçerek eseri görme imkanım oldu.Gerçekten bir masal dünyasına ait ve mistik çağları çağrıştıran bir atmosfere sahipti burası.

Artık akşam oluyordu.Bütün gün yürümenin verdiği yorgunluk tam ayaklarımıza çökmeye başlamışken Lange Straße üzerinde Bamberg'i meşhur kılan bir diğer lezzet olan sütlü dondurmayı tatmak için durakladık.Çikolatalı,çilekli,her çeşit sütlü dondurmalar insanın iştahını kabartıyordu.Görüntüleri kadar lezzetleri de yerindeydi doğrusu.Hava iyiden iyiye kapanmıştı.Koyu bulutlar Bavyera semalarını kaplarken ben,dönüş yolunda önümüze çıkan levhalardaki kasaba isimlerini okumakla meşguldum.Kuzeydeki yolculuğum devam ederken gecenin getireceği yeni sabahta çıkacağım yepyeni istikametin heyecanını yaşayarak başımı yastığa koydum.  



Başıma inen bir balyoz darbesi mi dersiniz,bir fil sürüsünün aslanların saldırısından kaçmak isterken dümdüz ettiği toprak mı?O sabah saat 6 buçuk sularında uyandığımda başımın hali buydu.Öyle bir ağrı ve beyin zonklamasını ancak bu şekilde tarif etmem mümkündür.Münih’te ilk günüm Oktoberfest’in renk cümbüşü ve baş döndüren atmosferi içinde,müzik,bira,güzel yemekler ve eğlence eşliğinde geçmişti.Meğerse bu doyumsuz dakikaların ertesi sabah ödenmesi gereken bir de bedeli bulunuyormuş.Boş bulunmuş,unutmuştum.Kendimi doğrultup yataktan kalkmanın imkansız olduğu fikrindeydim.Yine de boş durmadım,eski tecrübelerimden az biraz faydalanarak bu çeşit bir ağrının nasıl en aza indirilebileceğinin çarelerini düşünmeye başladım.İlk işim kimseyi uyandırmadan duvar diplerini bir yılan kıvrımıyla takip ederek mutfaktaki çeşmeye ulaşmak olmalıydı. Bunu başardım ve nefes almadan tam üç bardak suyu mideme indirdim.Aynı yoldan yatağıma döndüm.İki saat sonra uyandığımda başımdaki ağrı hiç olmazsa hafiflemişti.Elimi yüzümü yıkadım,bir daha bu kadar çok içmeyeceğime dair kendime söz verdim ve herkesi selamladıktan sonra kahvaltıya oturdum.Pazar günüydü ve tüm aile kahvaltıdaydı.Karnımı iyice doyurduktan sonra koyu mu koyu bir “alman” kahvesi içtim.Artık gözlerimi dört açmış,ışıldayan güneşin altında biraz temiz Münih havası almaya tam teşekküllü hazırdım.

Schwabing
Havanın güzel olması için dilekte bulunmuştum.Bunu hatırlıyorum.Ama o Pazar günü Münih'te güneşin bana bu kadar cömertçe davranabileceği aklımın ucundan dahi geçmemişti.Yazdan kalma ılık bir esintiyle güneşi arkamıza aldık ve iki tarafı yaklaşık 30 metre yükseklikte kavak ağaçlarıyla bezenmiş ucsuz bucaksız bir caddeye çıktık. Art nouveau tarzındaki şık yapılarıyla,o kadar ihtişamlı olmasa da İstanbul’un Nişantaşına nispet yaparcasına,elit bir yaşam tarzına cevap verme iddiasında olan Schwabing semti, Leopoldstraße caddesi tarafından tam göbeğinden ikiye ayrılıyordu.Bohem tarzıyla gizemli bir hava estiren bu merkezi yerleşim bir soluk mesafedeki Maxvorstadt semtinde yer alan Ludwig Maximilian Üniversitesi,Münih Teknik Üniversitesi ve diğer fakülte ve eğitim binalarıyla, az ileride rastlayacağımız Münih Şehir Kütüphanesi ile öğrenci hayatının kalbinin attığı mekandı aynı zamanda.Lüks kafe,büfe ve restoranlar,alışveriş için bol seçenekler sunan her çeşit giyim mağazalarının yer aldığı Schwabing tam anlamıyla bir çekim merkeziydi. Yolumuzun üzerindeki bir Starbucks’tan sıcak kahvelerimizi tedarik edip geniş caddeyi yürümeye koyulduk.Sonradan bu yolun yaz aylarında trafiğe kapatıldığını ve Bayern Münih taraftarlarının çılgın şampiyonluk kutlamalarına sahne olduğunu öğrendim. Seyyar tablo satıcıları,tatil günü güneşinin tadını bisikletiyle turlayarak çıkaran Münih sakinlerinin ve oyun oynarken kendini unutmuş çocukların dibinden yürüyerek Leopoldstraße’nin başına geldik.

Siegestor
Bavyera kralı I.Ludwig,Napolyon’un ordularını defetme başarısını gösteren ordusunu tarih boyu ölümsüz kılmak için Ludwigstraße ve Leopoldstraße caddelerinin birleştiği noktaya bir zafer takı inşa ettirmek istemiş.1843-1852 yılları arasında tamamlanan anıtın tam üstüne de bu şanlı zaferin gelecek nesillere aktarılması için ordusunun zaferine adandığını belirten “Dem bayerischen Heere zum Ruhme” cümlesini oydurmuştu. Romadaki Konstantin zafer takı veya Paris'in Arc de Triomphe'ının bir emsali olan Siegestor.21 metre yükseklikte,24 metre genişlikte ve 12 metre derinlikteki anıt, II.Dünya Savaşında yıkılmış ve orijinaline sadık kalınarak 1950’lerin sonunda tekrar restore edilmiş.Wiesn'de gördüğüm ve Bavyerayı simgeleyen aslanlı kadın motifi zafer takının tepesine kondurulan dört aslanlı bir heykelle burada da önümüze çıkıyor.Bir savaş zaferini hatırlatmak adına yapılsa da II.Dünya Savaşında uğradığı yıkımının ardından Siegestor,barış günlerine adanmış. Burada yeterince vakit geçirip yapıyı etraflıca inceledikten sonra Schwabing'i gerimizde bırakarak Münih Şehir Kütüphanesinin önüne geldik.Modern görünümde, bakımlı bir yapıydı. İçeriye girdiğimizde böylesine eski bir yapının bu denli yeni tutulabilmesini hayret ve şaşkınlık uyandırıcı buldum.Kütüphanenin onlarca merdivenini hiç üşenmeden tırmandım ve küçük bir turun ardından tekrar Ludwigstraße üzerine çıktık.Gün iyiden iyiye ısınmaya başlarken yolumuz,sanki daha bir kalabalık,cıvıl cıvıl insan dolu bir meydana açıldı.

Odeonsplatz
Münih'in merkezi birbirine sanki zincirlerle bağlanmış ve her biri birbirinden şirin ve hayat dolu meydanlardan oluşuyor desek abartmış olmayız.İşte yaşam ve sosyal aktivitelerle dolu bu alanların en önemlilerinden diyebileceğimiz bir tanesi önümde görülen Odeonsplatz'tı.Bir zamanlar şehir surlarının giriş kapılarından olan Schwabinger Tor'un yerini 19.asır başlarından itibaren tasarlanan bu meydan almış.Meydandaki karakteristik yapılardan Theatine St.Cajetan katolik kilisesi ve yine Bavyera ordusunun zaferi anısına, Bavyera kralı I.Ludwig'in emriyle yaptırılan dört ön sütün üzerine oturtulmuş revaklı Feldherrnhalle bulunuyor.Meydanın girişinde Ludwig'in at üzerinde bir de heykeli mevcut.Odeonsplatz'ın tarihsel işlevi yıllar içinde pek de değişmemiş aslında.Konserler,sergiler ve diğer sanat faaliyetlerinin yanında esas olarak siyasi ve sosyal buhranların,demonstrasyon,protesto ve deklerasyonların adresi olmuş burası.1914 Ağustosunda,I.Dünya Savaşının patlak verdiği o sıcak günlerde bileği bükülmez ülkelerinin zaferine inanan almanlar bu meydanda savaş naraları atmak için toplanmışlardı.Ne tesadüf ki aralarında ilerleyen dönemde Alman siyasetine yön verecek ve Nazi partisini kurarak iktidarı ele geçirecek olan tarih sayfalırının tanıdık bir siması da bulunuyordu.I.Dünya Savaşına gönüllü olarak katılacak,birçok kez yaralanacak ve bir de gaz'dan zehirlenecek olan genç Adolf Hitler!Odeonsplatz'ta bulunan St.Cajetan kilisesi önündeki insan selinin içinde kaybolmasına rağmen deklanşöre basan fotoğrafçı,şans eseri kare'ye dahil ettiği bu temiz ve şık görünümlü adamın çok değil 30 yıl sonra milyonlarca can kaybının vebalini yükleneceğini nereden bilebilirdi ki? 


Englischer Garten

Hofgarten
Avrupa şehirlerini yaşanılabilir kılan ve en sevdiğim yönü,Doğunun dar sokaklı,temiz havaya muhtaç yerleşimlerinin aksine geniş bahçe ve parklarının bulunmasıdır.Ek olarak da bu alanların şehir merkezlerinde yer almaları.Çarşı keşmekeşinin,trafik ve ses kirliliğinin yaşandığı merkeze birkaç adımlık mesafede rahatça nefes alma olanağı sunan bir kaçış alanının olması gerçekten büyük nimet.Odeonsplatz'ın hemen karşısında bulunan ve bir saltanat kapısı edasındaki girişten içeriye adım attığımızda Münihin kalbine gizlenmiş bir Rönesans bahçesine girdiğimizden habersizdim.Üzerinde yürüdüğümüz çakıl taşlarla kaplı yolun hemen sağında bir zamanlar Bavyera krallarının konutu olan ve sayısız odalarının bahçeye bakan pencereleri yol boyunca uzanan Rezidenz, eski saray yer alıyordu.Bu bölgede giderek sıklaşan ve geldiğimiz yol boyunca hiç eksik olmayan ağaç ve yeşillikler göze çarpıyordu.Rezidenz'in ışık alan pencereleri Hofgarten'e bakıyor.Eski zamanlarda kraliyet ailesi mensuplarının akşam yürüyüşlerini yaptıkları,doğa ile başbaşa vakit geçirdikleri saray bahçesi burası. Antik yunan mitolojisine büyük bir hayranlık duyan nice Bavyera kralından biri olan I.Maximilian Hofgarten'in tam ortasına av tanrıçası Artemis'e atfettiği bir tapınak inşa ettirmiş.Pavillion ismiyle bilinen bu zarif yapı hoş bir duraklama ve dinlenme mekanı.Sultanahmet meydanındaki Alman çeşmesine benzerliği ile dikkati çekiyor.Burada biraz duraklayıp gözleri kapalı keman çalan bir sokak sanatçısının klasik ezgilerine kulak verdim.Ruhum dinlendi.Mor,mavi,sarı ve kırmızı renkte çiçekler,düzenlice tımarlanmış çimler ve küçük göletler.Öylesine bir huzur ortamı yaratılmıştı ki,burada geçirilecek birkaç dakika bile insanın ruhunu temizlemeye yetiyordu.Hofgarten'in çevresinde bazı önemli kamu binaları ve yapılar bulunuyor.Bavyera Eyalet Yönetim Binası,eski sarayın bir bölümü olan Festsaalbau,Münih Sanat Galerisi,Alman Tiyatro Müzesi ve saray bahçesinin girişi Hofgartentor.

Hofgarten'in merkezindeki Artemis pavillionu 

Chinesische Turm
Münih'in içinden geçen Isar nehrine paralel bir yön izleyen,3.7 kilometrekarelik bir alana yayılan devasa bir yeşil sahanın henüz çok başlarındaydık.Derinliklerine doğru ilerledikçe futbol, ragbi, frizbi gibi sporlarla haşır neşir onlarca insan gördüm. Böylesi güzel bir günden en iyi bu şekilde istifade edilebilirdi.Çağlayan suların aktığı küçük ırmaklar,irili ufaklı ördek yavrularının içinde yüzdüğü büyük göl havzaları gördüm.Şehrin tam göbeğinde küçük bir orman yaratılmıştı adeta. Kalabalıkça bir insan kümesinin az ileride toplanmış olduğunu gördük ve merakla oraya koştuk.Yüksek bir köprünün hemen altında ellerinde tahtalarıyla bir grup sörfçü coşkulu bir akıntıya karşı direniyorlardı.İçlerinden bu işi kıvıramayıp bolca su yutanları bir kenara koyarsak, birçoğu ustaca kıvrımlarla sörf tahtasına yön veriyor,akıntıya meydan okuyorlardı.Bu ilgi çekici atraksiyonu geride bırakarak yolumuza devam ettik.Elindeki gitara hakim olduğu her halinden belli olan,onunla bir olmuşçasına çalan bir sokak müzisyeni notaların serbestisinde boğulup gitmişti.O kadar özgür ve her halden bağımsız bir görüntü çiziyordu ki. Güzel havayı bulan Münihlilerin bir dakika dahi düşünmeden kendilerini yeşil kırlara attıklarını daha öncelerde duymuştum. Bu gerçeği gözlerimle görme imkanını İngiliz bahçesinin en uğrak yeri olan Chinesische Turm'da buldum.İlginç mimarisiyle dikkati çeken Çin kulesi giriş katı haricinde giderek küçülen 4 kattan oluşan ahşap bir yapıydı.Birinci katına bir bando yerleştirilmiş.Geleneksel Bavyera müziği çalıyordu.Dışarıdaki bira bahçesinde ise hınca hınç dolu masalarda Almanlar bira ve domuz eti tüketiminde birbirleri ile koyu bir yarış içerisine girmişlerdi. Almanların ailece toplanarak ifasına çok önem verdiği bu geleneksel festival havasına uzaktan iştirak ettikten sonra parkın iç taraflarına doğru yürüyüşümüzü biraz daha sürdürdük.Öğle olmuş,artık karnımız acıkmıştı.Bu kadar oksijen de yetmişti açıkçası.Eve dönmeye karar verdik.Ne de olsa Münih'i gezmek için daha yeteri kadar günüm vardı.Bu kısa tanışmanın ardından tekrar geri dönme sözü verdiğim şehre şimdilik elveda dedim.Gördüklerimi,insana garip bir güven hissi aşılayan bu huzur şehrinde daha da göreceklerimin bir güvencesi saydım.

Englischer Garten'den Münih'in merkezine bir bakış
Bavyera semalarında batan güneş,ufukta şarabi bir şarhoşluk yaratır gibiydi.Ben çoktan eşyalarımı toplamış,otoban üzerinde yeni istikametime doğru yola koyulmuştum.Güneş henüz batmadan,yol aldığım kuzey yolunda alman taşrasının coğrafi yapısı ve fizyognomisi hakkında ilk izlenimlerimi edindim. Dipdibe kümelenmiş yeşil yağmur ormanları,geniş yonca tarlaları,sivri çan kuleleri göğe yükselen ortaçağ kiliseleriyle düzenli köy yerleşimleri.Münih'e döneceğim günü iple çekiyordum çekmeside de o an, yolumu gözleyen şehirlere bir an önce ulaşmak,yeni yollara,yeni bilinmezlere varmak için sanki daha çok sabırsızlanıyordum.


İlk satırlar kağıda döküldüğünde renklerle dolu o doyumsuz seyahatin her karesi tüm canlılığı ile aklımdaydı. Yine de ne hatırlasam,ilk nereden başlasam bilemedim.Tek bildiğim kendi “Shire”ını geride bırakıp yeniden yola revan olan bir Frodo Baggins edasıyla şehrimi terk ederken geride kalanlar için iyi temennilerde bulunduğumdur. Sonra dikkat ettim bir de, katettiğim her karış mesafe bir kalp atışıma denk geliyordu. Hayatın anlamını da buralarda bir yerlerde aramak lazım gelir diye düşündüm. Bir gün dönmen gerektiğini düşünmeden her kalp atışında biraz daha ileriye doğru “gitmek”. Tik-tak,tik-tak. Kesinlikle, benim için hayat bu demekti. Kalıp tekrar kök salma isteği uyanıncaya kadar, o fırtına senin, bu rüzgar benim diyerek savrulmanın sarhoşluğuna kendini bırakmak. Demir atıp sığınacak bir liman ihtiyacı hasıl olana kadar yeterince görmek ve gördüklerinle büyümek. Yaşam, gördüm, bildim ve anladım diyene kadar durmamakla eşitti gözümde.

Aslına bakılırsa kış karının ve ayazın dövdüğü, kuzeyin o soğuk ülkesine doğru adımlarımı atarken hayalimde dinmek bilmeyen yağmurların doyurduğu yeşil vadiler,güldür güldür çağlayan -o medeniyet şehirlerinin damarları- ırmaklar, pamuk tarlası bulutlar ve gündüz vakti gece karanlığını yaşatacak sıklıktaki ağaçlarıyla ucsuz bucaksız kara ormanlar vardı. Romalıların elde kılıç-kalkan tedirgin bir hissiyat içinde ayak bastıkları ve bu varlığı hoş karşılamayan Kelt ve Germen kabilelerinin ellerinde baltalarla onlara saldırdıkları sık ağaç dizeleri. Biraz daha ihtişam ve güç için insan kanı akıtmak,elin toprağına ayak basmak.Dizginlenemez bir hırsın alemin her karış toprağında kendini gösteren hali.Adına savaş derler.

Selanik’te gün batarken yolculukta bana eşlik eden yaşlı teyzemle hayat dersleri üzerine koyu bir söyleşiye dalmıştık. Dil bilmeden senelerce gelip gittiği bu yollar yüzünün çizgileri olmuş, çok otoban, çok havaalanı tozu yutmuştu dediğine göre. İyi de bir yol arkadaşıydı bu bakımdan. Muhabbetine doyum olmuyordu. En iyi bildiği konudan, gurbetten dert yanıyordu.İçine işleyen acılarından, özlemlerinden, zorluklarından bahsediyordu. İnsanların vefasızlığından dem vuruyordu. Öylesine işte. Uzun bir süre hasret kalacağım ülkemin bilindik tattaki kahvesini yudumlarken uçuş saatinin yaklaştığını haber veren gecenin yavaşça çöktüğü, kıpkırmızı Selanik ufuklarına dalıp gitmişim. Telaşla yolunu arayan kalabalığın gürültüsüne kulaklarımı tıkamış, yükümden arınmış, varacağım yerde havanın umduğumdan daha iyi olmasını diliyordum. Neredeyse tüm yılın kış tonlarında yaşandığı bu soğuk coğrafyayı, güneşin yeşil ovaları beslediği, renkli çiçeklerin açtığı, yemyeşil yapraklarıyla ağaçların bahar şenliğine eşlik ettiği bir dönemde ziyaret etmesem de yazın son tertiplerini düzenlediği bir zaman diliminde keşfetmek ve yaşamak arzusundaydım. Merakım ve beklentim bu yöndeydi. Koltuğuma yaslanıp emniyet kemerimi bağladım ve uçağın kalkış için hızlanacağı o anı, bin kez yaşasam bir daha isteyeceğim o heyecan verici deneyimi beklemeye koyuldum. Annesinin kucağında -açlıktan mı korkudan mı bilinmez- tıksırıncaya dek ağlayan bir evlat vardı.Tüm uçağı ayağa kaldırdı. Sinirlenip homurdananlar oldu. İnsanlarda sabır denilen erdemden çok az kalmış diye düşünmeden edemedim. Tüy gibi bir havalanmışık ki, karanlık çökerken üzerinde uçtuğumuz bulutlardan alçalarak yer küreye iniş yaptığımızı son anda farkettim. Camdan koyu bir bulut perdesinin kapladığı ufku seyrederken yine 13 yıl önce Fransa yolu üzerinde durakladığım bu kadim şehre yeniden “Merhaba” demenin mutluluğunu yaşıyordum. Bu kez durak değil, varış noktası olan bu yerleşimi ve insanlarını tanımak, sırlarını tek tek açığa vurarak hafıza haneme yazmak için oradaydım. Onun bundan haberi yoktu tabi.


Münih
Cümle alemin insan mozaiğini önüme katmış yürüyorken,bavul toplama telaşı ve çevremde sağa sola koşuşturan kalabalık arasında bastığım toprağın kokusuna alışmaya çalışıyordum.Derken önce teyzemin bizi havaalanından alma zahmetini gösteren torunuyla buluştuk.Onun hemen ardından bize sürpriz yapmak için iki saatlik yolu tepen diğer torununu sevgi ve özlemle kucakladık.Yaz tatilinden kısa bir süre sonra onlarla yeniden kavuşmak sevindiriciydi.Arabaya bindik ve ip gibi uzun bir otoban üzerinden karanlığın çöktüğü Bavyera başkentine doğru yola koyulduk.Geniş caddeler ve sık aralıklarla inşa edilmiş yapılar arasından blok apartmanların yer aldığı site tarzı bir mahalleye geldik. Kalacağım ev şehir merkezine pek de uzak olmayan bir dış banliyöde bulunuyordu.Çok seneler önce memleketimizi terkeden ve burayı kendilerine vatan edinen yakın ev komşusu ve aile dostumuz,sıcakkanlı ve misafirperver bir aileye konuk olacaktım.Selamlaşma faslı, odama yerleşme, memleketten anılar ve biraz da acıkan karnımızı doyurma ihtiyacı derken teyzemin benden yaşça daha genç torunları ile plan yapmaya koyulduk.Münih'e ayak bastığım günün ertesi sabahı, almanların dünyaca ünlü bira festivali olan ve her yıl milyonlarca yerli ve yabancı turisti bu tarihi kente çeken Oktoberfest’in (Ekim festivali) açılış töreni vardı. Böyle bir fırsatı elden kaçırmak olmazdı.Öyleydi öyle olmasına da kurulacak olan 14 devasa bira çadırındaki sınırsız köpüklü bira ve yemeklerin tadına bakabilmek için o çadırlardan birine girmemiz gerekiyordu.Bunun da tek yolu gece uykumuzun büyük bölümünü feda ederek erken saatlerde uyanmaktı.Açıkçası bu fikire kimsenin hayır da diyesi yoktu.Vakit kaybetmeden güne dinç bir şekilde uyanabilmek için hemen başımızı yastığa koyduk.Münih'te ilk gecemdi.

Bundan tam 203 yıl önce, Sakson-Hildburghausen-Altenburg prensesi ve sonradan Bavyera kraliçesi olan Therese’yi kendine eş olarak seçen ve kutlu düğününü taçlandırmak için tüm Münih halkını kale kapılarının dışındaki geniş alana davet eden I.Ludwig, diğer adıyla 1832’de Yunanistan kralı olan Otto, tertip ettiği eğlence ve at yarışlarının geleneksel bir hal alarak nesiller boyu sürecek bir festivale dönüşeceğini nereden bilebilirdi ki? Eğlence ve at yarışlarının düzenlendiği alan yeni kraliçeye atıfta bulunularak Theresienwiese, Theresie’nin çayırı ismini aldı. Kutlamaların takvimi değiştirilerek,başlangıç tarihi, daha iyi hava koşullarının sağlanması adına Ekim ayından Eylül ayına alındı.

1810'da I.Ludwig ve Teresa'nın düğünleri şerefine Münih kentinin dışında düzenlenen at yarışları Oktoberfest'in atası sayılmaktadır.Heinrich Adam'ın tablosu 1823'te düzenlenen at yarışlarını resmetmektedir.   
Sabahın kör bir vaktinde,Münih metrosunda bizi alıp eğlence yumağının kucağına bırakacak olan bir sonraki hattı beklerken bunların hangisi aklımdaydı ki doğrusu? Uykusunu tam alamamış ve kan çanağına dönmüş gözlerimi açık tutabilen tek şey Münih’in kuru soğuğu ve buz estiren rüzgarı idi.Diz boyu uzayan bir çeşit deri pantolon olan geleneksel lederhosen,Baveyralı kadınlara özgü bir elbisesi olan dirndl giymiş bir avuç alman genci de bizimle birlikte duraktaydılar.Metronun yaklaştığını müjdeleyen siren sesine kadar sayıları dakikalar içinde hızla çoğaldı.Tıka basa dolu olan metronun içinde ise nasıl bir atraksiyonla karşı karşıya olduğumu daha iyi idrak ettim ve bunun ilk ibarelerini gördüm.Her durakta çığ gibi büyüyen, yerel Bavyera kıyafetleri giymiş alman gençleri,ellerindeki biralarla gününü gün etmek,festivalin tadını çıkarmak için yola koyulmuşlardı. Sarışın,esmer,çeşitli ten ve saç renginde Bavyera gençleri,çoğunluğu japon turistlerden oluşan yabancılar, bu ilgi çekici geleneği yaşatmak ve eğlenmek için öyle iştahlıydılar ki.Festival alanının bulunduğu durakta indik ve merdivenlerden alana doğru yönelen insan selini güçlükle atabildiğimiz adımlarla takip ettik.Mavi,yeşil,kırmızı renkteki kareli gömlekleri,koyu veya açık kahverengi renkte,türk güreşçilerin giydiği deri kispeti andıran desenli pantolonlarıyla erkekleri,diz boyu etekleri,seksi göğüs dekolteleri ve belikli örgülü saçlarıyla alman kızları etrafımızda karınca gibi sıklaşmaya başladılar. Gece yağan yağmurun ıslattığı renkli sokaklarıyla tahta bira çadırlarının günler öncesinden kurulduğu festival alanı Wiesn’e gelmiştik.İlk amacımız aceleyle günümüzü geçireceğimiz festival çadırını ve bizi onun önünde bekleyen Ulrich,Mark,Sebastian adında bazı alman gençlerini bulmaktı. Alan giderek kalabalık bir hal alıyor,gece sessizliği yerini ayak seslerinin yoğunluğuna ve gülüşmelere bırakıyordu. 19. yüzyıl’da, Bavyera’nın güç ve ihtişamını simgelemek amacıyla yüksek bir mevkiye yaptırılan aslanlı kadın heykelinin önünde, yapısı itibarı ile dışarıdan bakıldığında Alplere özgü ahşap dağ evleri olan şalelerin benzeri ahşap bir çadırın önüne geldik. Schützenfestzelt,nişancıların festival çadırı, 4.000 kişiyi aşan kapasitesiyle bugünkü adresimizdi.



Önümüzde yaklaşık 100 metreyi bulan bir kuyruk oluşmuştu ve henüz saat sabahın 6’sı bile değildi. Gün ağarmamıştı ve ben, bir taraftan ısınmak için çaba gösteriyor bir taraftan da ara ara seyrelen bulutların arasından Bavyera gökyüzünde inci gibi parlayan ay’ı seyrediyordum. Kapıların açılacağı anı beklerken yanlarında getirdikleri bira kasalarıyla içki tüketimine erkenden başlayan almanların ufak tefek taşkınlıklarına güvenlik anında müdahele ediyordu. Güneş bulutların arkasından ürkekçe kendini göstermeye başladığında arkamızdaki kuyruk 2 kilometreye kadar uzamıştı. Alman çocuklarla sohbete koyuldum. Almanların denildiği kadar soğuk bir millet olduğu bir gerçek lakin ilerleyen bölümlerde bunun sebeplerine ayrıca değineceğiz. Vakit bolca muhabbetle geldi geçti.Beklemekten başka çare de yoktu.
Çadırın önüne gerilmiş olan güvenlik şeridi açıldığında önümüzde ve arkamızda sabırla bekleyen insan seli ilk giriş kapısına yığıldı.Ön sıralarda olmamıza rağmen birbirini iten insanların arasında konserve kutusuna sıkışmış balıklar gibi kalakaldık.Nihayet kapının açılması gecikmedi ve çadırın ana girişine kadar olan mesafeyi küçük adımlarla yarım saatlik bir sürede yürüdük.Bira çadırının içerisine girmeyi ilk başaranlardan olmamıza rağmen boş masalarda kapılacak bir kişilik yerin dahi önemi büyüktü.Bunu başarmak için sağa sola kaçışan almanlarla çarpışmak kaçınılmazdı.Bir köşede,sahneyi kenardan gören bir masayı tutmayı başardık neyse ki.Bu bizim için büyük bir şanstı.Çünkü çadıra girmeyi başaranların yarısından fazlası günü ayakta geçirmeye mecbur kalacaktı.Bu genişçe yapının merkezi rezervasyon yaptırmamış olan ziyaretçiler için ayrılmıştı, çevresinde ise önceden yer ayırtmış olan kişilerin masaları mevcuttu ki bunlara oturmak yasaktı.Resmi prosedür henüz bira servisine imkan vermiyordu. Atların çektiği arabalarla festival alanına giriş yapacak olan Münih'in belli başlı önde gelen bira üretim evleri halkı selamlayacak,binlerce insanın içine sığdığı ana çadıra geleceklerdi.Burada saat 12'yi vurduğunda, Μünih’in belediye başkanı, sabırsızlıkla bekleyen tüm ziyaretçi ve halis muhlis yedi nesildir Bavyeralı neferlerin önünde bira fıçısına tokmağı çakacaktı.Akan mayalı ve köpüklü biradan buzlu bir bardak dolduracak,havaya kaldıracak ve «Prost!» diye seslenip şehrin misafirlerinin şerefine içecekti.Malesef bu etkinliğe sahit olma şansına sahip değildik.


O vakite kadar açlığımızı yatıştırmanın yollarını arıyorduk. Almanların geleneksel ekmeği brezel ve bir bardak Coca-Cola ile yetinmek şimdilik makul bir tercih olarak görünüyordu. Bu arada yaklaşık 1 yıl önce ülkemizdeki krize kurban verdiğim ve yeni bir hayat peşinde bu yabancı diyara çalışmak için gelerek yerleşen çocukluk arkadaşımı büyük bir heyecan ve özlemle karşıladım. O da bize katıldı. Söz eskilerden ve memleket hallerinden aldı yürüdü. O dakikalarda Almanların eğlence dendiğinde ne anladıkları konusunda ilk izlenimlerimi edinmeye başladım. Oturduğumuz masa üzerine vakit öldürmek üzere atılan iskambil kağıtları, meşrubat ve hardal eşliğinde afiyetle mideye indirilen Avusturya ve Bavyera'ya özgü sosis Weisswurst. Geçmişine bu kadar bağlı ve sadık bir ırk! Bunu her adımda biraz daha fazla fark etmeye başlamıştım. O esnada çadırın arka kısmında bulunan geniş mutfaktan güzel kokular gelmeye başlamıştı. Her çeşit domuz ve tavuk eti, salata, tava’da sote edilmiş veya fırınlanmış sebze ve pişmiş yemekler masalara servis ediliyordu. Böylesi bir bayram gününde amaç da yiyip içmek, hoş vakit geçirmek dışında birşey olamazdı. Arkamızdaki masalarda yaşları yetmişi geçen bir masa dolusu Bavyera soylusu yaşlı alman büyük bir nezaketle yemeklerini yiyorlar ve biralarını tokuşturduktan sonra iştahlıca içiyorlardı. Özenli bir şekilde süslenmiş çadırın her bir tarafı gökkuşağı renklerine bezenmişti. Hınca hınç içini dolduran insanlar da giysileri ve tavırlarıyla aynı ölçüde bir renklilik sergiliyorlardı. Çadırın merkezinde bulunan sahnenin üzerindeki orkestra geleneksel Bavyera müziklerini çalmaya başladığında karınları doyan almanlar bira için sabırsızlanmaya başladılar. Herkes masaların üzerine çıktı ve orkestra müziği kesti.

Çadırın giriş kapısından giren bandonun askeri marşlara benzeyen müziği duyulmaya başladı. Aynı anda, tüm almanlar hararetli bir şekilde ellerini birbirine vurmaya, ayaklarıyla masaların üzerine marş-marş ritminde adımlarla ritmik sesler çıkarmaya başladılar. Bando müziğine tutulan tempo ve genel ortam askeri çağrışımlar sergiliyordu. Yanımda bulunan ve ekseriyetle Alman arkadaşları olan bir türk arkadaşım: «Ne bekliyorsun, Hitlerin çocukları değil mi...» dediğinde o kadar da uzun boylu olmasa da çadırın etrafını turlayan bando ve müzisyenlerinin tam bir disiplin ve şefin el kol hareetleriyle müziğe yön vermeleri...askeri bir geçmişin günümüze tezahürü gibiydi. Bandonun ritmik melodileri içerideki havayı daha bir ateşlemişti.Aynı olağanüstü disiplin ve tertiple çadırı terkeden müzisyenler grubunun ardından, şimdi sahneye orta yaşlı bir alman sunucu çıkmış ve elindeki mikrofonla geri sayımı yapmaya hazırlanıyordu. Saat tam 12’yi gösterdiğinde 10’dan geriye doğru saymaya başladı ve büyük bir alkış tufanının ardından, o an çadırın içinde karınca sürüsü gibi kaçışan garsonların ellerinde sayıları bazen 10 bazen de 12’yi bulan büyük bira bardaklarını büyük bir rahatlıkla kaldırıp göğüsleri boyunca kaldırarak masalara taşıdıklarını gördüm. Eğlence başlamıştı!Kırmızı yanaklı şişman alman aşçıları büyük tahta tepsiler üzerinde her et düzeni yiyecekler, taze sebze ve salatalıkları şenliğin başladığı dar koridorlardan taşıyıp konuklara servis ediyorlardı.Renk cümbüşü süslemeleriyle çadırdaki ambiyansı ellerindeki sepetlerle brezel ve hediyelik eşya satan belikli örgülü sarı saçlarıyla güzel alman kızları tamamlıyordu.







Geleneksel Bavyera folk müziği ile dönüşümlü olarak eski-yeni popüler yabancı şarkılar eşliğinde dans eden kalabalık halinden memnun görünüyordu. Bizim içinse, litrelik Löwenbrau biralarımızı havaya kaldırarak yüksek sesle «Prost!» demenin vakti gelmişti. Şimdi eğlence rayına girmişti işte... Saatler birbiri ardına devirdiğimiz soğuk biralar ve belirli aralıklarla kesintiye uğrasa da devamlı olarak çalan müziğin ritmlerinde geldi geçti. Bir ara acıktığımızı farkedebildik neyse...Sipariş ettiğimiz spätzle, un,tuz ve yumurta’dan yapılan makarna türü hamurun tavada taze soğan ve kaşerle sotelenmiş haliydi. O saatte açlığımı gidermekten başka düşüncem olmasa da oldukça lezzetli olduğuna da söylemeyeliyim.


3 litre bira yeteri kadar başımı sallamaya yetmişti. İnsan rezilliği ve tarif etmeye yüzümün el vermediği tuvalete gidip gelme nöbetleri de cabası. Bu sayede çadırın içini de gezme fırsatı bulmuştum. Herkeste kafa öylesine kıyaktı ki...Bu esnada masamıza bir grup kız gelmiş, alman arkadaşlarla koyu bir muhabbete koyulmuşlardı. Kalabalığın giderek artmasından artık güçlükle nefes aldığımız bir anda dışarıya çıkma kararı aldık. İlk gün için bu kadar eğlence yeterliydi.

İnsanların içinden sıyrılıp kendimizi aslanlı Bavyera heykelinin eteğindeki merdivenlere nasıl attık bilmiyorum. Burası tüm Wiesn’i tepeden gören bir manzaraya sahipti. Uzun saatler kapalı bir ortamda olmanın verdiği boğulma hissi temiz havanın etkisiyle birden kendini bir ferahlığa bıraktı. Bir tuvalet molası daha verdikten sonra nihayet kendime gelebildim. Etraf içkinin etkisiyle kendini kaybetmiş, boylu boyunca çimlere uzanmış, buz gibi soğuk havaya rağmen üstü çıplak gezinen insanlarla doluydu. Dakika başı baygınlık geçiren veya alkol komasına giren insanları toparlamaya gelen ambulansların siren sesleri, devriye gezen emniyet güçlerinin olası kargaşalar için tetikte bekler hali, alkolden önünü görmeyen ve ayakları birbirine dolaşan almanlar...Herşey öylesine iç içe geçmişti ki insanın kafası allak bullak oluyordu. O vakit feci bir şeker eksikliği hissettim. Tatlı bişeyler yemem gerekiyordu. Neyse ki, festival alanında bulunan sayısız seyyar büfe geniş bir seçenek ağı sunuyordu. Şekerle kavrulmuş badem, çilek, çikolata gibi her çeşit tadın üzerine dökülerek dondurulduğu saplı muz şekerleri, seçenek boldu. Bunların arasından tercihim çikolatalı muz oldu ve bundan pişmanlık duydum diyemem.



Münih’te güneş batarken gece karanlığı caddeleri eğlencenin dorukta olduğu bir noktada gelip sarmalıyordu. Trafik ışıklarını takip ederek bir sürü yaya geçidini geçtik. Tek istediğim hızlı bir biçimde, karanlık tam çökmeden metroya yetişip şişen ayak tabanlarımı evde dinlendirmek, geldiğimden beri hiç görmediğim Ömer abimle hasret gidermekti. Böylesine hareketli bir günü geride bırakmış olmanın rahatlığı diğer yandan da güzel geçmiş olmasının mutluluğu vardı içimde. Zil zurna sarhoş yerli almanların ve yabancı turistlerin kahkahaları her tarafı inletiyordu. Artık bu tip aktiviteler için biraz yaşlanıyordum sanki...Artık konuşmaya dahi mecalimin kalmadığını anlayana kadar Ömer abiyle uzunca muhabbet ettik. Karnımı doyurup seyahatimin bir sonraki gününün bana getireceklerinin heyecanı ile kendimi yatağa attım.Ne gündü ama...


II-Selânik cemaatlerinin mahalli yerleşim ve genişleme metodları olarak hazaka ve icar 

Osmanlı Selânikinde cemaatler konusuna giriş denemesinin ilk bölümünde şehrin fethedildiği 1430 senesini takip eden yıllarda Osmanlıların büyük stratejik önem atfettikleri bu liman kentini nasıl nüfuslandırdıklarını ve o dönemde intra muros [1] alana kısıtlı şehirde müslüman-türk,ortodoks hrıstiyan-rum ve 15. asır sonundan itibaren yahudilerin kendi mahallelerini hangi bölgelere kurdukları konusunu ele aldık [2]. Osmanlı hakimiyeti boyunca şehir toplumunun temel unsurlarını oluşturan bu toplulukların iç teşkilatı ve cemaat hayatına yön veren hayır kurumlarını ele almadan önce mahalli yerleşkelerin oluşması ve genişlemesi aşamalarında uyguladıkları iki iskân metodundan bahsetmemiz gerekir. İlk başlarda nüfus yoğunluğunun belirlediği ibadethane sayısı ve bu mabetlerin çevresinde oluşmaya başlayan mahallelerin etnik ve dini açıdan homojen popülasyona sahip yapısını koruması cemaatlerin önemle üzerinde durduğu ve bu yönde politikalar geliştirdiği bir husus oldu.Bu doğrultuda cemaat önderleri dini buyruklar vastasıyla özellikle konut piyasasını şekillendiren bazı müdahelelerde bulundular. Bu müdaheleler sayesinde, topluluklar, şehir içindeki yaşam alanlarını hızla genişletmiş,bunun mümkün olmadığı mertebede var olan yerleşimlerini korumayı başarmışlardır.Mahalli yerleşim ve genişleme usullerinin din gibi bir müessesenin kontrolü ve denetimi altında olması ilerleyen tetkiklerimizde dinin cemaat oluşumlarının yapılandırılmasında,eğitim,adalet,hayır işleri gibi alanlardan sorumlu kurumlarının işleyişinde üstlendiği rolü anlamamız açısından da yararlı olacaktır. 
1492 yılının Ağustos ayında [3] İspanya’dan kovulan Yahudiler, Sultan II.Bayezid’in çağrısı üzerine Osmanlı İmparatorluğuna göç etmeye başladılar.Gemilerle İstanbul,Edirne ve Bursa gibi osmanlı şehirlerine yönelen göç dalgalarının önemli bir kısmı da Selânik’e geldi.Kaynaklara göre osmanlı fethinden önce az sayıda Romanyot yahudisi Selânikteki yerleşimleri olan ve limana yakın bir bölgede bulunan Ez-Haim [4] mahallesinde yaşıyordu.Şehrin yeni sakinlerinin ilk yerleştikleri bölge burası oldu.Yahudi grupları bu kesimden başlayarak kuzey ve kuzey-doğu istikametinde,geniş ve metruk bir arazi olan ve Kampos(ova) olarak tasvir edilen düzlüğe doğru yayıldılar.Yahudi kahalleri [5] Avrupa'nın değişik kesimlerinden gelmişlerdi ve her birinin arasında kültür,örf ve anane farklılıkları hiç de küçümsenecek ölçüde değildi.Sefarad olarak bilinen İspanya yahudileri ve Orta Avrupa’dan göç eden Aşkenaz yahudileri iki ana grubu oluşturmakla beraber iki farklı dili,ladino ve yidişi kullanıyorlardı.Yahudi gruplarının arasındaki tek farklılık dilden ibaret değildi.Her birinin arasında ekonomik bakımdan da ciddi eşitsizlikler mevcuttu. Sonuç olarak,cemaat adına muhtelif her grubun, topluluğun bütünlüğünü parçalamayacak şekilde ve kahallar arasında varlık ve zenginlikte orantısız bir adaletsizlik yaratmaksızın yerleşimini temin etme sorunu ortaya çıktı. Yahudi iskanının,serbest kurallarla işleyen bir gayrımenkul piyasası koşuluyla gerçekleşmesinin yol açaçağı sonuçlar hahamlar trafından idrak edilmiş olacak ki,konut alım-satımına bazı kısıtlamalar getirildi. Konut sahibi olmanın serbest koşullar altında varlıklı yahudileri büyük mülk sahibi yapacağı ve fakir yahudi takımını yerleşim dışı bırakarak parçalanmaya iteceği açıktı. Farklılık ve eşitsizliklerin sarsmayacağı bir temel yapı oluşturma çabasındaki cemaat için böyle bir ayrışma ciddi tehditlere gebeydi.Ayrıca, osmanlı devletine karşı vergi mükellefiyeti bulunan cemaatin içinde dengesiz bir gelir dağılımının sırasıyla adil olmayan vergi yüklerine yol olacağı öngörüldü. Cemaatin hayır işleri ve kurumları,fakirlerin beslenmesi ve iaşesi gibi sorunlar için gerekli olan parayı tasarruf etmek cemaat idaresinin, yani dini mertebenin mükellef olduğu bir görevdi.Bir kısım zengin yahudinin topluluğun devlete karşı olan vergi yükünü üstlenmesi,hahamların hayır işleri ve cemaatin diğer masrafları için ihtiyaç duyduğu parayı toplamalarını ve tahsil etmelerini de güç hale getiriyordu. 
 Hahamlar cemaat hayatının örgütlenmesi ve yönetiminde önemli rol oynadılar.Ancak 19. yüzyılın ortalarından itibaren gerçekleşen eğitim reformu sonucunda cemaat işlerindeki hakimiyetleri zemin kaybetti.Selânikte Osmanlı döneminin son başhahamı Jakob Meyr.

Bu sorunlara istinaden, 15. asrın sonlarından itibaren hahamlar yayınladıkları bir dizi askamot [6] ile konut piyasasında bazı uygulamaları devreye soktular. Hazaka, eski çağlardan beri kullanılan bir metodtu ve yeniden yürürlüğe koyuldu.Bu uygulamaya göre eğer yahudi olmayan bir kişinin(müslüman veya hrıstiyan) gayrımenkulu bir yahudi tarafından kiralanıyorsa başka bir yahudinin bunu kiralaması yasaklanıyordu. 1494’de yayımlanan ilk askama ile yürürlüğe giren bu uygulamanın başlıca amacı şüphesiz ilk safhada yahudilerin şehir içerisinde olabildiğince fazla yapıya yerleşmelerini sağlamaktı. Böylece coğrafi genişleme hızlandırılmış oluyordu.Diğer yandan bu düzenleme varlıklı yahudilerin elinde sayıca fazla konut veya dükkanın toplanmasını önleyecek nitelikte değildi. Bunun üzerine nakit birkimi yüksek olan yahudilerin hızla müslüman türklerin gayrımenkullerini satın almaya başladıkları ikinci safhada hahamlar bu kez yeni bir düzenleme ile her yahudinin bir ev ve bir dükkandan fazla taşınmaz mala sahip olmasını yasakladılar.Katı bir kural olduğu tartışılmaz olan bu düzenlemenin uygulamada ne gibi sorunlar yaşadığı ve ne derece uygulandığı bilinmez. 1512’de bir müslümanın evini kiralayan bir yahudinin yerini başka bir yahudinin alması çok güçtü. Eğer buna muvaffak olmak isterse öncesinde o evin kiracısı konumunda olan başka bir yahudiye tazminat ödeme yükümlülüğü bulunuyordu.Bu tip bir düzenleme zengin yahudilerin fazla konut edinme veya kiralama tehlikesini ortadan kaldırmayı hedeflese de pratikte pek de başarılı değildi.Çünkü kiracı yahudiye istediği miktarda parayı veren varlıklı bir yahudi evi anında kiralayabiliyordu.Bu olasılık karşısında 1520’de yeni kiracı tazminat ödemeye dahi razı olsa kiraladığı bir müslümanın evinden bir yahudiyi çıkarmak imkansız hale getirildi. Hahamlar,cemaat hayatını yönlendiren buyrukları ile adaletli bir yerleşim sisteminin önünü açmayı hedefliyorlardı [7].
Yukarıda belirttiğimiz hazaka usulunun yaygın biçimde uygulanması ile 15. asır sonu ve 16. asır başlarında Selanik gayrımenkul piyasasına yaptıkları müdahelelerle arz-talep dengesini kontrol altında tutmaya çalışan hahamlar kahallerin bütünlüğünü koruyarak,yahudiler arasında eşit olmayan bir mülk ve gelir dağılımını önlemek ve cemaat üyelerinin dengeli biçimde taşınmaz mal edinerek şehir içinde dağılmadan geniş bir alana yayılmalarını sağladılar.Haham buyrukları ile uygulanan hazaka yöntemi kurulmaya başlayan sinagoglar etrafında ortak özellik ve dini yapıya sahip,çoğunlukla aynı bölgeden göç etmiş yahudi cemaatlerinin örgütlenmesini sağladı.Doğuya doğru genişleyen yahudi iskânı,şehrin güneydoğu kesiminde yer alan hrıstiyan mahallelerinin eteklerine vardığında ancak papazların ve ortodoks cemaatinin aldığı bazı karşı önlemler sayesinde durdurulabildi.16. yüzyılın sonlarında Vardar kapısından eski hipodroma,Vardar caddesinden [8] güneydeki sahil surlarına kadar uzanan 12 yahudi mahallesinde her dalda asr-ı saadeti yaşayan bir Selânik yahudi topluluğu bulunuyordu. Yahudi yerleşimi yaklaşık bir asır gibi bir zaman diliminde imparatorluk hayatı boyunca sınırlarını koruyacak bir iskân yapısı oluşturdu ve ancak 19.asır sonlarında yeni ihtiyaçlar ışığında kurulacak olan yeni bir düzen kale dışında inşa edilen banliyölere yahudi nüfusunun yerleşmesine olanak sağlayacaktı. 
Yahudi iskânının nüfus alanını genişletmek için kullandığı metodlar cemaate ait taşınmaz malın değerlendirilmesi açısından çok kişisel mülk edinimine getirilen kısıtlamalar açısından değerlendirildi. Yahudilerin nüfusunun kısa bir zaman zarfında şehir nüfusunun yarısından fazlasını teşkil edecek kadar artması ve genişçe bir alana yayılmaları diğer cemaatleri kendi nüfus alanlarını korumak adına karşı önlemler almaya itti.II.Murad şehri fethettikten iki yıl sonra [9] kamulaştırdığı şahsi mülk ve kilise ve manastır taşınmazlarını kumandanlarına ve şehre yerleşen müslüman nüfusa dağıtmıştı.Bunun yanı sıra,birçok mülk yeni kurulan cami ve tekke gibi kurumlara vakıf olarak tahsis edilmişti.Özellikle şehir dışında geniş ve verimli araziler tekke ve zaviyelerin mülkü olarak kayıt altına alındı.Bu gibi geniş arazilerin ve kale içerisinde bulunan metruk alanların mülk sahibi kurumlar tarafından müslüman ahaliye belirli bir bedel karşılığında kiralanmış olması muhtemeldir.Kesin olan bir husus vardır.Müslüman topluluk için konut ihtiyacı hasıl olduğunda kurumlar tarafından icar sistemi uygulanmıştır.Nedir icar?Gerek sözlükteki anlamı gerekse gerçekte taşıdığı anlamla kiralama manasına gelmektedir.Peki burada ne gibi bir kiralama söz konusudur ve ne gibi bir amaç güdülmektedir?Kısa bir örnekle açıklayalım.93 Haribini [10] takip eden süreçte Bosna’dan gelen müslüman göç kafileleri şehrin kuzey-batı surlarının dibinde bulunan ve Selânik Mevlevihanesi vakfına ait 100 dönümlük taşlık,sarp bir araziye yerleştirildiler.Burada vakfın izniyle onlara evlerini inşa etmeleri için izni verildi.Bu suretle tekke arazinin üst mülkiyetini elinde bulundururken mültecilere evin süresiz kullanım hakkı verildi.Böylelikle göçmenlerin iskan sorunu çözülmüş oluyor aynı zamanda da şehir bünyesinde yeni bir müslüman mahallesi oluşturulmuş oluyordu. 
1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sırasında oluşan Bosnalı müslüman göç dalgaları Selanik'e geldiler.Göçmenlere evlerini inşa etmeleri için surların kuzeybatı yakasında bulunan ve Selanik Mevlevihanesine ait 100 dönümlük kayalık,sarp arazi verildi.

Benzer bir uygulama kale içinde,kilise ve manastırların çevresinde yer alan ortodoks hrıstiyan cemaate ait boş alanlarda uygulandı.Manastırların fetihten sonra şehir içinde ve dışında mülk sahibi oldukları 1446 senesine ait bir beraattla sabittir. Bu tarihte Fatih Sultan Mehmed Vlatadon manastırına [11] ait olan taşınmaz mülkün yerine keşişlere eşit miktarda mülk iade etmektedir [12].Aynı mülk 1488 yılında II.Bayezid’e ait bir fermanda teyit edilmektedir.Bu ve diğer bölgelerdeki gayrımenkuller kilise ve rum cemaati tarafından evsiz kişilere konut inşa etmeleri adına verildi.Kilise arsanın mülkiyetini elinde tutmaya devam ederken evin yeni sahibi belirlenen yıllık bir kira miktarını kuruma ödüyordu.Bu şekilde kilise hem gelir elde etmiş hem de kilisenin etrafında ortodoks bir enoria [13] oluşturmuş oluyordu [14]
Selânik,Osmanlı fethini takip eden yıllarda müslüman,hrıstiyan ve yahudi cemaatlerinin yaşam alanlarını belirledikleri ve sınırları ilerleyen asırlarda net biçimde çizilmiş şekilde önümüze çıkan bir iskan planlamasının uygulandığı alan oldu.Cemaatlerin dini idarelerinin yukarıda bahsedilen yollarla yönlendirdiği bu iskan politikası sonucunda topluluklar şehir bünyesinde dağılmaya ve bölünmeye yol açmayacak şekilde cemaat nüfuslarını topluca yaşadıkları mahallelere yerleştirmeyi ve bu mevcudiyeti genişletmeyi başardılar.

 Memet Mehmet 
Gümülcine,13/7/2013 

[1] Sur içi.
[2] “I-Fetihten sonra Selânik’te cemaatlerin oluşması ve yerleşim”.
[3] 31 Mart 1492’de Aragon kralı II.Ferdinand ve Kastilya kraliçesi İsabella tarafından imzalanan El Hamra Kararnamesi İspanya’da yaşayan Yahudilere ülkeyi terketmeleri için 31 Temmuza kadar süre tanımıştır.Ferman gereğince kovulan yahudilere yanlarında her hangi bir ziynet eşyası,altın veya para almaları yasaklandı. 
[4] Ets-ha-Haim ve Ets-ha-Daath sinagogları deniz suruna yakın bir kısımda kurulmuş olan ve fetihten önceki yahudi yerleşiminin bulunduğu mahallelerdi.1492’de Selanike ilk yerleşen yahudilerin burada yaşayan az sayıda Romanyot yahudisin bulmuş olmaları muhtemeldir.Topographia,s.154-155. 
[5] Yahudi cemaat grupları. 
[6] Fetva olarak nitelendirebileceğimiz,yalnızca dini olmayan konular üzerinde beyan edilen haham karar ve yorumları. 
[7] Ta mistiria tis Thessalonikis,s.56-59 
[8] Yahudi yerleşimi 17.asırda Vardar caddesinin kuzeyine de yayıldı.17.yüzyılın ortalarında Vardar caddesinin kuzeyinde Roğos mahallesi geçmektedir.Topographia,s.159 
[9] Temmuz 1432’de şehre geri dönen II.Murad kilise ve manastır mülklerine ve gelirlerine el koyarak caimye tahvil edilmek üzere birçok yapıyı ve çevresindeki arazileri mahalleler kurmak üzere kumandanlarına ve müslüman ahaliye dağıttı,I.Anagnostis ¶20. 
[10] 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı. 
[11] Çavuş Manastırı. 
[12] Topographia,s.37,267. 
[13] Bir kilise etrafında toplanan rum cemaati. 
[14] Ta mistiria tis Thessalonikis,s.56-59.